ANA SAYFA            
(Bu sayfa en son 18 Kasım 2009 tarihinde güncellenmiştir.)

 

 

ÜNYE VİZYON GAZETESİ
TARİH TEMALI YAZILAR
MAKALE VE KÖŞE YAZILARIM - III

Makale ve Köşe Yazıları : M. Ufuk MİSTEPE
(Araştırmacı - Orman Endüstri Yüksek Mühendisi)


Fotoğraf : Seyide DEMİRTAŞ / TMO Gen. Müd. Ankara - 03.03.2009

'ÜNYE UFKUNDA TARİH' KÖŞESİ

  
Murad Efendi (Franz von Werner) - (D. 30 Mayıs 1836 / Ö. 1881)
http://kutuphane.tbmm.gov.tr:8088/2006/200601362.pdf

MAKALE VE KÖŞE YAZILARIM - III

1854'TE ÜNYE I
(07 Kasım 2009 tarihli Ünye Vizyon Gazetesi'nin Yıl : 1, Sayı : 6, 'Ünye Ufkunda Tarih' köşesinde yayımlandı.)

            Tarihçi Osman DOĞAN’ın bilgilendirmesi neticesi haberdar olduğumuz “Türkiye Manzaraları” adlı kitap 1854 Ünye’sini anlatmaktadır. ‘Küçük Asya’dan’ adlı I. Kitap’ta yer alan Ünye anıları, Türkçe çevirisinin 155 – 190. sayfaları arasında bulunmakta.

            30 Mayıs 1836’da Viyana’da dünyaya gelen Franz von Werner bu kitabı 1878’de “Türkische Skizzen” adıyla yayımladı.2 Teğmen rütbesiyle Osmanlı ordusuna alındı, adı MURAD EFENDİ oldu, ama dinini değiştirmedi. İki ciltlik bir seyahatnâme olan Türkiye Manzaraları, gezi notları türünde yazdığı tek eserdir. Birinci Bölüm : Mutlu Bir Kasaba; İkinci Bölüm : Eskilerden Bir Bey ve Konağı; Üçüncü Bölüm : Ünye ile İlgili Bazı Ek Bilgiler; Dördüncü Bölüm : Saygın Bir Beyin Düğünü adı altında yabancı seyyahların kaleme aldığı seyahatnâmelerden farklı bir tarzda (çünkü içeriden bakılarak) yazılmıştır.

            Ahmet Şerif ‘Anadolu’da Tanîn’ adlı anılarının ‘Terme’den Ünye’ye’ bahsinde 26 Ağustos 1911’de Ünye doğasını, halkını ve misafirperverliğini överken sokakları hakkında iyimser olamamış ve “Senede dört - beş yüz lira arasında geliri olan Ünye Belediyesi'nin de, bütün arkadaşları gibi, şehirde bir çalışma yaptığı yoktur. Bütünüyle sokaklar pistir.” şerhini düşmüştür.

            Ondan 57 yıl öncesindeki anılarında Murad Efendi ise şunları aktarır : “Kara tarafından sık ormanlarla kaplı dağlarla çevrili, evler çiçeklerle kaplı, oldukça bakımlı meyve ve sebze bahçelerinin içinde. Sadece sahilin taşlık tarafında kurulmuş ve kısmen denize doğru uzanan Rum Mahallesi’nde bu güzel kokulu yeşilliklerden görülmüyor; evler sanki bir eğlence trenindeki yolcular gibi birbirine yapışmış ve bu mahallenin hastalıklı, dermansız bir görünümü var. Merkezinde, ara sıra buhur kokan fakir bir kilise, çoğunlukla şarap kokan rahibin evi ve her zaman sirke kokan karanlık bir meyhane var.

            Werner’e göre Ünye şanslıydı.. neden mi? “Bu kasaba nadiren bazı ticarî ilişkilere girdiği komşu şehirler tarafından da pek önemsenmiyor, böylece spekülâtör, girişimci, şifacı vs. olarak diğer Türk şehirlerine musallat olan Avrupalı maceraperestlerden korunuyor. Büyük imparatorluğun sınırları içinde dikkat çekmeyen bir nokta, sadece sancağın vergi düzenlemeleriyle görevli memurları adını biliyorlar. Yani Ünye şanslıydı.

            Çarşısı ile ilgili yorumları da bizi o zaman hakkında aydınlatmakta : Yarım düzine câmi vardı, burada inançlılar kalplerini aydınlatıyor, bir düzine hamam ve kahvehane ile de inançlı bedenlerini canlandırıyorlardı. Çarşısı mütevazi mal seçeneklerine rağmen kasabanın güzelleri için yeterli görünüyordu. Çevredeki kadınlar bu tanımı hak etmek için epey gayret sarf ediyorlar. İpekli ve perkal kumaşlar, dışarı çıkarken baştan çıkartıcı endamlarını kapatan mavi beyaz kareli çarşaflar, güzel yüz hatlarını saklayan kıldan peçeler, pembe tırnakları kırmızıya boyamak için kına, ipekli, örümcek ağı inceliğinde gömlekler, işlemeli terlikler, tavuskuşu tüylerinden yelpazeler, gülyağı şişeleri, kehribar takılar ve çeşitli makyaj malzemeleri, kısaca istedikleri ve komşu kadınların kıskançlığını uyandıracak her şeyi burada buluyorlardı.

            Gemicilik Tarihi’mize ışık tutacak bilgiler de aktarılmış kitabında : Doğal limanın girişini heybetli kayalar koruyor ve burası gemiler için deniz sakinken tehlikeli olmayan bir sığınak. Limanın içindeki küçük bir koyu, yerli halk, ana geçim kaynakları olan gemi inşaatı için tersane olarak kullanıyor. Burada üstü açık kıyı teknelerinin yanı sıra büyük gemiler de yapılıyor ve bu gemiler hilalli bayrağı Malta’ya ve hattâ Livorno ve Cenova’ya kadar taşıyorlar.

            “Ve dışarıya kapalı Ünye hayatını kendi içinde sürdürüyor, ama bu durum dışardaki dünyadan tamamen habersiz kalmalarına engel değil” diyorsa da Ünye’nin medeniyetten nasibini alamadığını söylemekten de geri kalmıyor : Benim güzel Ünye’me dönmeden önce bir kez daha belirtmeliyim ki dünya üzerindeki bu küçücük nokta kendi ülkesinde kırk yıldır gerçekleşmekte olan yeniliklerden ve değişimlerden çok az, hattâ hiç etkilenmemişti. Konumu yüzünden medeniyetin hiçbir nimeti buraya ulaşmamıştı ve bu ihmal edilmişliğe gerçek bir İslâmî teslimiyet ve hiç üzüntü duymadan katlanıyordu.

            Tarihî coşku ve perspektiften Ünye’ye sevgilerle.. esen kalınız…

                                                                                                            24 Ekim 2009
                                                                                                                 Ankara

            KAYNAKÇA :

            2 WERNER, Franz von (Murad Efendi)- Türkiye Manzaraları (Türkische Skizzen – Leibzig 1878) /  Çeviri : Alev Sunata KIRIM, Kitap Yayınevi – 148, Sahaftan Seçmeler Dizisi – 15, I. Basım, Haziran 2007, İstanbul, 374 sh., I. Kitap – Küçük Asya’dan.

1854'TE ÜNYE II
(09 Kasım 2009 tarihli Ünye Vizyon Gazetesi'nin Yıl : 1, Sayı : 7, 'Ünye Ufkunda Tarih' köşesinde yayımlandı.)

            Murad Efendi (Franz von Weber) Türkiye Manzaraları adlı seyahatnâmesinin Ünye bahsinin Eskilerden Bir Bey ve Konağı adlı İkinci Bölüm’ünde Hazinedârzâde Süleyman Ağa’nın yaptırdığı Hazinedâroğlu Sarayı ile oğlu merhum Vezir Osman Paşa ve onun da en büyük oğlu Süleyman Bey’in konağında 1854’teki bir Ramazan ayı iftar sofrasını anlatır.1

            Canik Sancağı’nın yönetimini elinde bulunduran Osman Paşa huzurlu doğasıyla burayı seviyordu ve derebeylerin entrikalarından bunaldığı zamanlarda, Trabzon’dan buraya kaçıyordu. Sadece sessizlik ve huzur istediği için kadınlarını bile getirmiyordu. Çevredeki bütün küçük şehirlerde yaptırdığı büyük evler onun ormanları, güzel suları ve bol av hayvanıyla bu dağlık bölgeyi ne kadar sevdiğinin kanıtları.

            Paşabahçe surları içerisinde kaybedilen tarihî değerlerle ilgili olarak «Halkın gururla “Paşa Sarayı” dedikleri Ünye’deki konak şehre hâkim bir düzlüğe yapılmış. Bahçenin çevresinde yüksek duvarlar var, bu duvarlara güzel çeşmeler yapılmış. Kitabesinde ‘Osman Paşa’nın bölge halkına hâtırasıdır.’ yazılı.» demektedir.

            Paşa Sarayı’nın ne zaman yandığı araştırmacılarca merak konusu olmuştu. Murad Efendi’nin konuya biraz açıklık getirdiği anılarındaki; «Bir kanadı yangınla yok olan konak Osmanlı stilini temsil ediyor. Ünye konağı belirttiğim gibi her ayrıntısıyla ulusal özgün tarzı temsil ediyor ve harap hali, yakında onun da bir zamanların şâşaalı dönemi gibi yitip gideceği izlenimini veriyor.» dediği tarih 1854’tür. Demek saray bu tarihten önce yandı. Ressam Jules Laurens, çizdiği saray resmine 14 Ağustos 1847 tarihini şerh düştüğüne göre2 Paşa Sarayı 1847 – 1854 tarihleri arasında çıkan bir yangında yanmış olmalı.

            Sarayın iç mekân detaylarından bazıları şöyle : «Heybetli yapının kapladığı alan, ev halkının rahatı için hiçbir masraftan kaçınılmadığını gösteriyor. Devâsa sofalar, eyvanlar Avrupa ve yeni Türk yapılarında yaşanan ekonomik zorluklarla açıkça alay ediyor. Büyük kapının üzerinde çiçek gibi kıvrımlı harflerle her inançlının evinde olduğu gibi Allah’ı yücelten ve öven deyişler yazılıydı. Giriş katı taştan, onun üzerinde yükselen üst kat ahşaptı, çatı dışarıya doğru büyük bir çıkıntı yapıyordu. Olağanüstü temiz parkelerine sokak ayakkabılarıyla basılması, bir Avrupalı’nın başında şapkayla salonda oturması kadar nadirdir. Bu nedenle kibar sınıftan insanlar yanlarında ikinci bir ayakkabı taşırlar. Odaların tek mobilyası duvarlar boyunca uzanan alçak divanlardır. Üst pencereler kurşunla çevrelenmiş küçük camlardan oluşuyordu. Geniş odaların tavanları kaba oymalar, göz alıcı renklerde süslemeler ve çoktan kızıllaşmış yaldızlarla bezeliydi; duvarlarda ise hiçbir süsleme yoktu, birçok çerçeve asılıydı. Ev sahibinin egzersiz ve kol eklemlerini güçlendirmek için kullandığı bazı antika yaylar duvarı nerdeyse tamamen kaplayacak şekilde yerleştirilmişti. Odanın içinde göze çarpan bir şey yoktu, belki masif soba, cam çerçeveli muhteşem bir Venedik aynası. Geleneksel dolaplar duvarın içine gömülmüştü, kapakları Müslümanlara izin verilen tek resim olan kalemişi kırlentlerin izlerini taşıyordu.»

            Anılarda Ramazan sofralarının yemek kültürüne ait bilgiler de vardı ve enginar ile biber tuzunun varlığı dikkat çekmekteydi. «Hizmetkârlar, üzerinde yemek yenilecek büyük yuvarlak pirinç tepsileri getirdiler ve ayakkabı yüksekliğindeki sehpaların üzerine yerleştirdiler. Tepsilerde sofraya oturacağı tahmin edilen kişi sayısından çok daha fazla ekmek dilimi ve herkes için iki kaşık vardı : Abanoz ağacından olanlar elle yenemeyen tüm yemekler için, boynuzdan kaşıklar ise şerbetler ve sulu tatlılar için. Tepside ayrıca eski Saksonya porseleninden ve antika kristalden küçük tabaklar içinde havyar, zeytin, peynir ve reçeller vardı, yemek sırasında sırayla elden ele geçiyor ve herkes bu kâselerin içinden yiyordu. Su, yemek sırasında isteyenlere taslarla servis ediliyordu. Türk sofralarında yemekler basit olmaktan çok sayısızdır : Çeşitli şekillerde hazırlanmış koyun eti, lezzetli sebzeler (enginar ve patlıcan zeytinyağıyla hazırlanır ve soğuk olarak sunulur) ceviz ve biberden yapılmış bir sosla çerkeztavuğu denilen yemek, ünlü börek, bal ve manda sütünün baş rolleri paylaştığı çok baharatlı tatlılar, komposto ve son olarak vazgeçilmeyen pilav.»

            Torun Süleyman Bey’in emektarı ve en güvenilir adamı İbrahim Ağa’ydı; efendisinin karşısında dizlerinin üzerine oturmuş, hararetli bir şekilde zar atarak tavla oynuyordu. Almanya’da ‘Hans Puff’ veya ‘Langer Puff’ olarak adlandırılan tavla Doğulular’ın en sevdiği oyun. Satranç da çok seviliyor ve büyük bir ustalıkla oynanıyor, ama tavladan sonra ikinci sırada.

            Otuzlu yaşların ortasındaki Süleyman Bey bizi Osmanlı kibarlığının temel özelliği olan büyük bir saygı ve ciddiyetle karşıladı. Bu mesafeli yaklaşım, kendine hâkimiyetin yanı sıra, Osmanlı yetiştirilme tarzının temel ilkesidir; her türlü acelecilik, her türlü kabalık ve her türlü duygu ifadesi erkekliğe aykırı ve bayağı olarak kabul edilir. Osmanlı tepkilerini sürekli denetim altında tutar. Sinirli davranmayı anlayamaz. Avrupalılar’ın hareketliliğini görgüsüzlük, canlılığını rezillik olarak görür. Benden, kısa bir süre önce geldiğim İstanbul’da olup bitenlerle ilgili ayrıntılı bilgiler almak istedi. Osmanlı devlet sistemi ve yönetimindeki kusurların bir kısmı hakkında bilgisi vardı, kapsamlı bir reformun ne kadar gerekli olduğunu da biliyordu, ama o çıkış yolunu Kur’an-ı Kerîm’de arıyordu. Belli bazı sorunlar hakkında düşünceleri de Ünye ufuklarının ötesine uzanıyordu.

            Tarihî coşku ve perspektiften Ünye’ye sevgilerle.. esen kalınız…

                                                                                                                25 Ekim 2009
                                                                                                                     Ankara

            KAYNAKÇA :

            1 WERNER, Franz von (Murad Efendi)- Türkiye Manzaraları (Türkische Skizzen – Leibzig 1878) /  Çeviri : Alev Sunata KIRIM, Kitap Yayınevi – 148, Sahaftan Seçmeler Dizisi – 15, I. Basım, Haziran 2007, İstanbul, 374 sh., I. Kitap – Küçük Asya’dan.
            2
EYİCE, Semavi Doç. Dr. – X. Hommaire de Hell ve Ressam Jules Laurens (Müşterek Türkiye seyahatnamelerinin değerlendirilmesi yolunda bir araştırma) (Belleten, Cilt XXVII, Sayı 105 (Ocak 1963)'den ayrıbasım, TTK Basımevi, Ankara, 1963, Sh. 58 - 104.) http://unyezile.net/jules.htm

1854'TE ÜNYE III
(10 Kasım 2009 tarihli Ünye Vizyon Gazetesi'nin Yıl : 1, Sayı : 8, 'Ünye Ufkunda Tarih' köşesinde yayımlandı.)

            Murad Efendi (Franz von Weber) Türkiye Manzaraları adlı seyahatnâmesinin Ünye bahsinin Ünye ile İlgili Bazı Ek Bilgiler adlı Üçüncü Bölüm’üne yıllık bütçe açıklarının izahı ardından birçok konuya parmak basarak giriyordu.1

 

            Geçen hafta Ramazan sofrasından bahsetmiştik. «Bu tarz sofralar, yiyeceklerin inanılmaz derecede ucuz olmasına rağmen büyük masraflara neden oluyor.» diyor Murad Efendi ve devamla : «Harem haricinde sadece selâmlıkta genellikle dört, beş masa kuruluyor. Misafirlerin sayısı bilinmediğinden yemeklerin ölçüsü tahminen hesaplanıyor ve masrafların kontrolü zorlaşıyor. Bu denetim evin hanımı tarafından kısmen, beyi tarafından ise hiç yapılmıyor. Böylece 200.000 akçe, yaklaşık 44.000 frank yıllık geliri olan Süleyman Bey, diğer harcamalarının makul olmasına rağmen, yıllık bütçesinde sürekli açık vermekten bir türlü kurtulamıyordu.

 

            Erkek hizmetkârlarının sayısını on altıya düşürmüştü, ahırındaki atları on taneyle sınırlamıştı, hattâ av atmacalarıyla ilgilenen sadece bir kişi kalmıştı. Nadiren tay, kürk ve kutulardan oluşan hediyeler dağıtıyordu ve buna rağmen malî açığını kapatamıyordu. Miras kalan serveti, ülke geleneklerine uygun şekilde, gayrimenkullerdi; Ünye yakınlarında kiraya verdiği bir çiftlik, komşu şehir Samsun’da bir han ve bir hamam. Bu mülklerden elde edilen kazancın yanı sıra Ermeni sarrafın işlettiği nakit paradan gelen faiz artık ev idaresi için gerekli olanları karşılamaya yetmiyordu. “Güzel eski zamanlar”ın keseleri dolduran kaynakları kurumuştu ve Süleyman Bey yeni kaynaklar bulmak üzere yetiştirilmemişti. Daha sonra, arkadaş olunca, bu konu hakkında konuştuğumuzda bana verdiği cevap yaklaşık olarak Fransa kralının şu sözü gibiydi : “Après moi le déluge!” (benden sonra tufan!).»

 

            Ünye LOKUMU meşhurdur ama bilmeyenler ilk duyduklarında RAHAT LOKUM ile karıştırırlar genelde. Merak edilir.. bu Rahat Lokum da neyin nesidir diye! Murad Efendi kelimenin aslıyla bize bilgi aktarıyor o günlerden : «Şeker Bayramı boyunca tüm dindar evlerde şekerli yiyecekler sunuldu. Sakız benzeri bir hamurdan yapılan “RAHAT-I HULKUM” (lâtilokum) dünya çapındaki şöhretine yakışır bir önceliğe sahipti.» Lokumun eski adı ‘Rahatü’l-hulkum’. ‘Boğaza rahatlık’ anlamında. Evliyâ Çelebi zamanında, 17. yüzyılda pelteyi ‘Rahat-ı Hulkum’ diye satıyorlar sokakta. Türk Lokumu zamanla kısaltılarak ‘Lâti Lokum’, ‘Rahat Lokum’ ve sonunda da ‘Lokum’ adını almış.

 

            Şeker Bayramı’nda kartvizit veya kutlama kartları henüz burada kullanılmaz; buna karşın hizmetlilerin iyi dileklerini şıngırdayan akçelerle ödüllendirme köklü bir gelenek. Son kutlama atışları yapıldı, son havaî fişekler atıldı, geceleri minareleri göğe yükselen ateşten sütunlara döndüren aydınlatma ışıkları söndürüldü ve parlak işlemeli bayram kıyafetleri özenle rengârenk boyanmış sandıklara kaldırıldı.

 

            Tarihî coşku ve perspektiften Ünye’ye sevgilerle.. esen kalınız…

 

                                                                                                              25 Ekim 2009

                                                                                                                   Ankara

            KAYNAKÇA :

            1 WERNER, Franz von (Murad Efendi)- Türkiye Manzaraları (Türkische Skizzen – Leibzig 1878) /  Çeviri : Alev Sunata KIRIM, Kitap Yayınevi – 148, Sahaftan Seçmeler Dizisi – 15, I. Basım, Haziran 2007, İstanbul, 374 sh., I. Kitap – Küçük Asya’dan.

1854'TE ÜNYE IV
(11 Kasım 2009 tarihli Ünye Vizyon Gazetesi'nin Yıl : 1, Sayı : 9, 'Ünye Ufkunda Tarih' köşesinde yayımlandı.)

            Murad Efendi (Franz von Weber) Türkiye Manzaraları adlı seyahatnâmesinin Saygın Bir Beyin Düğünü adlı Dördüncü Bölüm’üne1 Ünye’de sosyal yaşamın ardından etnoğrafik aktarımlarla devam ediyordu.

 

            Ünye’de insanların sosyal eğlenceleri de çok az değişiklik gösteriyordu ve basitti. Av ve özellikle de güzelim Yasun Burnu’na at ya da kayıklarla yapılan gezintiler eğlence programlarında ilk sırayı alıyorlardı. Av için torun Süleyman Bey ahırını ve şahinlerini hizmetime verdi. Şahin ve doğanlarla avlanma burada hâlâ çok yaygın. Bıldırcınlar için “atmaca” denilen daha küçük bir cins kullanılıyor.

 

            Bayanlar ve erkeklerin sosyal yaşamlarına ait başka bir kesitte : «Gerçi bayanlar örtünmüş olarak ayrı at arabalarıyla geliyor veya ayrı kayıklara biniyorlar, piknik sırasında ayrı bir yerde oturuyorlar, ama yine de sosyal eğlencelerden ve erkek topluluğundan tamamen dışlanmış olmuyorlar.

 

            Erkeklerin hemen hemen hepsinin acemi er olarak askere gitmesi nedeniyle erkekler 17 – 18, kızlar ise 13 – 15 yaşlarında evlendiriliyorlar; kocalarının uzun süre uzaklaşması geride kalan çok genç kadınlarda ahlâkî bir bozulmaya neden oluyor. Eşlerin birbirinden uzak kalması, bu güzel, güçlü insan soyunun nüfus artışının çok az olmasının dolaylı da olsa temel nedenlerinden birisi. Bu soy, etnoğrafisi bir mozaik tabloya benzeyen Osmanlı İmparatorluğu’nun çok az yerinde rastlanabilen bir ırklar karışımı. Yunanistan ve Gürcistan, Ermenistan ve Slav ülkeleri, Macarlar ve Araplar, İtalyanlar ve İranlılar uzun süre boyunca bu bölgeye kadınlar verdiler.»

 

            Murad Efendi, yöre köylü insanının zekâ ve özgüvenini de etüt etmekten geri kalmamış : «Erkekler güç, görüntü ve hattâ, doğal diye niteleyeceğim zekâlarında, benim tanıdığım çoğu Avrupa ülkesinin köylülerinden daha üstünler. Aynı şey kadınlar için de geçerli, hem de güzellikleri, vücut yapıları ve doğal yetenekleriyle Avrupalı benzerlerinin kat kat üstündeler. Türk köylüsünde görülen özgüven ve özsaygı hem dinî hem de Osmanlı halkının toplumsal bakış açısını yansıtıyor.»

 

            Doğayla barışıklığını da : «Gündüz, mis kokulu ormanlarını, gece ise sayısız parlak yıldızlarını ve bülbül korolarını sunuyordu; sahilde, kayalıklarla korunmuş, berrak sularıyla şirin küçük koylar sıralanmıştı; bol yapraklı çınar ağaçları kıyıyı gölgeliyordu.» ifadeleriyle anlatır.

 

            «Türk ailesi sadece iki olayı düğünlerle kutlar; evlilik ve sünnet. Yıldönümü ve anma günleri kutlanmaz. Doğum günlerini en fazla anneler hatırlar; isim günü kutlamaları hiç bilinmez; takvimde Hıristiyan azizleri gibi özel isim günleri belirlenmemiştir. Bu anı kültürünün olmayışı Hıristiyan ve Müslümanların aile yaşamları arasındaki en büyük farktır. Ayrıca burada kutlama olayını görüp öğrenecekleri herhangi bir kilise de yok!»

 

            Torun Süleyman Bey’in evliliği geleneksel ihtişama uygun ve hiçbir masraftan kaçınılmadan kutlandı. Düğün gününden bir gece önce misafirler ve sanatçılar Ünye’ye akın etti. Misafirler, yakınlık derecelerine göre kalacakları evlere yerleştirildiler, sanatçılar ise hanları doldurdular; hepsi beraber Ünye’nin nüfusunu ikiye katladılar. Neredeyse bir alay askerin rahatça sığacağı büyük alan herkesi alamayacak gibi görünüyordu. Rengârenk, sürekli hareket eden bir lâle bahçesiydi burası.

 

            Avluda hokkabazlar ve cambazlar, ateş yutanlar, bıçak oyuncusu İranlılar ve ayı oynatıcısı Kürtler, halinden memnun ve eğlence zevklerini hiçbir eleştirel düşünceyle bulandırmayan kalabalık bir seyirci topluluğu önünde hünerlerini gösteriyorlardı. Hanımlara tamamen kapalı olan ayrı bir yerde köçekler ellerinde kastanyet benzeri zillerle koreografik danslarını sergiliyorlardı. Atlar koşuyor, biniciler sürüyor ve kazanan şanslılar ödüllendiriliyordu. Seyyar kahve ocakları misafirlerin susuzluğunu gidermek için oradan oraya koşuşturuyorlardı. Süleyman Bey, üç gün sürecek güreşlerde her günün galibi için krallara lâyık ödüller hazırlamıştı. Sıra havaî fişek gösterisi ve Karagöz’e geldi. Bu kalabalık içinde hiçbir rezalet, huzuru bozan hiçbir olay çıkmadı. Düşünüyorum da medenî Batı’da benzer bir toplantı yapıldığında ne kadar çok eşya kırılıp dökülür, ne kadar çok kafadan oluk gibi kan akardı acaba?

 

            Erkek akrabaları atları çekerek veya ellerindeki tabancayla havaya ateş ederek alayın etrafında pervane oluyorlardı. Alayın, davul ve insanı canından bezdiren ıslık sesleriyle işkenceye dönüşen gürültülü selâmına damat evindeki müzik âletlerinin hepsi olanca güçleriyle karşılık veriyordu. Alayın en önünde bakımlı, temiz hayvanlar gelinin çeyizini taşıyorlardı. Kısaca bir Osmanlı evinin tüm eşyası vardı çeyizde. Süleyman Bey’in 14 yaşındaki gelinine hediye olarak gönderdiği pırlantalı takı saçlarına takılmıştı. Çiçekler ve çiçekli bitkiler donatılmış harem kapısı gelin ve eşliğindeki kadınları içeriye buyur ediyordu. Artık bundan sonrasına girme iznimiz yok! Kısa bir duadan sonra nikâh, şâhitlerin önünde gelinin babası ve damat arasında resmî bir şekilde söylenen “Kızımı verdim” ve “Karım olarak aldım” cümleleriyle olup bitti.

 

            Dostlarımla vedalaştım. Güzel bir hava ve uygun bir rüzgârda Trabzon’a giden posta gemisine yetişmek üzere beni Giresun’a götürecek Lâtin yelkenli tek direkli bir kıyı teknesine bindim. Pontus’un yerlileri kalkan balıkları, arada sırada parıldayarak kendilerini gösteriyorlar ve teknemize eşlik ediyorlardı. Sevimli kıyıya doğru son bir veda ve son bir bakış ve dışarıya, açık denize doğru, dünyaya doğru, Ünye’nin anlamakta zorlanacağı gibi Ünye’yi anlamak için zahmet bile etmeyen bir hayata doğru yelken açtık.»

 

            Tarihî coşku ve perspektiften Ünye’ye sevgilerle.. esen kalınız…

 

                                                                                                               27 Ekim 2009

                                                                                                                    Ankara

            KAYNAKÇA :

 

            1 WERNER, Franz von (Murad Efendi)- Türkiye Manzaraları (Türkische Skizzen – Leibzig 1878) /  Çeviri : Alev Sunata KIRIM, Kitap Yayınevi – 148, Sahaftan Seçmeler Dizisi – 15, I. Basım, Haziran 2007, İstanbul, 374 sh., I. Kitap – Küçük Asya’dan.


Devam Edecek

     
Başa Dönmek ve Sayfa Devamını İzlemek İçin Tıklayınız

Ünye Makaleleri Sayfasına  

Dönmek İçin TIKLAYINIZ

 

YAZDIR