ANA SAYFA            
(Bu hikâye en son 18 Nisan 2007 tarihinde güncellenmiştir.)

.

DALDAN DALA
ÇINAR DİBİNDE ÜNYE DÜŞLERİ


M. Ufuk Mistepe Fotoğraf Arşivi - 11.05.2005 Çrş. 11:47

 

Hikâye :

M. Ufuk MİSTEPE
 


 

... Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyorum.
Yani düşünceye ve edebiyata hür bir tercih sonunda yönelmiyorum.
Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım. Anlıyorum ki, zalim ve
kıyıcı bir gerçekten kurtulmanın tek çaresi, reel dünyadan kitaplar dünyasına sığınmak.

Kitap, istikbale yollanan mektup...
Cemil Meriç - Bu Ülke, 9. Baskı, İst./1998, sh. 21 - 100.

DALDAN DALA

 

Adım Çınar. Nerde doğdum bilmiim ama, gözlerimi açtuumda Unieh adlı şirin bir yerleşim biriminin tam ortasındaki bir meydanda beni beşikte sallar gibü büyütmüş Ünyelü büyüklerüm. Başka lisan neyi bilmem, Ünyelü gibi gonuşurum hep. Çünkü yüzyıllar önce gendümü burda tanumuş, halen de burda yaşamaya çalişiim işte.

Şu gördünüz mübarek eldeki çiçeklü tohumumla toprağa yatırmış ve uyutmuş ebeveynlerim benü. Güçcüklük resmim bu. Güzel cıkmışım de mi? Bi fidan oluncaya gada nerede böyüdüm bilmiim. Ama Osmanlu Padişahu Fatih Sultan Memet, 1461 yılında Trabzon'u fethedüp de ordusuyla Ünye, Garaguş ve Niksar üzeründen payidahta dönerken o gözel günün anusuna beni dikmeye garar vermüşler.

Ecnebüler bana Platanus orientalis yanü Doğu çınarı derlermüş. Aileme Çınargiller (Platanaceae) familyası diilarmış. Soylu ve ulu bir sülâledür haa! Akrabalarumuzdan savdaki fotovrafta gördüünüz Amerüga'da yaşuyan dayumların lâgabı da American sycamore  yanü Batı çınarı (Platanus occidentalis) imüş. Ticarî ad olarak da European hophornbeam diilarmış. Anlııcanız nâmımız taa nirelere yürümüş de haberümüz yok gıı!

Akçaağaç yapraklu bi Çınar deyzem daa var. Ona da gâvullar Platanus acerifolia adunu gomuşlar. O da benüm gibü gezentenin birüymüş. Memlegetün dört bi yanunda çocuklar, torunlar zebil. Ben köküm burda, bi yere gımıldayamiim ama dohumlarımlan gitmedüm yer galmadı Anadolu'da biliimun?

Lâf aramuzda soldaki çınar deyzem de çok gözeldür haa... Onnan evlenmek üçün daa nirelerden dohumlar getürdü de gargalar deyzem gıkını cıkarmadu; yüz bilem vermedü. Gözelüm dohumlar gurda guşa yem oldu.

            Güçcükken çok doa ettim Rab'büme. Ne diye bilii musuuz? "Yâ Ulu Rab'büm, ben de bu yörüyen insanlar gibü gezüp dolaşmak istiim. Nolur bana da nasübet. Gezüp dolaniim dağ bayuru. Sen böyüksün Rab'büm" dedüm. Belkü inanmııcaksuuz ama doam gabul oldu bilii musuuz?

            3 Mart 1956 yılunda benüm ruhuma insan bedenü giydürerek Rab'büm benü Ünye'de yenüden Dünya'ya getürdü. O zamandan berü gezüp duriim ben de... Yanü anlucaanuz şimdü anlatcaklarum hem köküne bağlu hem de geçmüşündekü kültürel gözellükleri ayaklaruynan gezerekten aruyan ve gelcektekü neslümüze anlatmaya çaluşan benüm hikâyem tamam mu?

            Bana şimdü Ulu Çınar diilar. Dedüklerüne göre 1500 yıl yaşimuşum. Şu an gaç yaşındayum bilii musuuz? Fidanlık yaşımı bilmiim ama tam 543 yaşundayum. Dile golay; neler görmedüki bu gözler!! Ahhh! Hele yamacuma gelün de analatiim size. Minderü yaslayun gövdeme; serün gölgemde dinleyün benü. Ağlarsam yapraklarumdan akan damlalardan muzdarib olmayın ha! Topraama damlasunlar, damlasunlar da saygı duysun doğayu seven insanlar bu dopraklara. Yanda Ağlasun'da, 1000 yaşunda ve 330 santüm gutrunda bi amcamun fotoğrafu var, görii musuuz? Ağlasun dursun bakiim o da benüm gibi! Benüm gördüümden daha nicelerünü görmüştür o da...

http://www.imanhakikatleri.com/makaleler/makale4.html
Çınar ağacı, yapraklarından salgıladığı bir özsu yardımıyla, gövdesinin altındaki toprağı sistemli bir şekilde zehirler; öyle ki bu zehirden sonra, toprağın üstünde küçücük bir ot bile yetişemez. Bu zehirli maddeyi bünyesinde barındırmasına rağmen Çınar ağacı bundan herhangi bir zarar görmez.

         Neye Daldan Dala dedüm bu hikâyeye bilii musuuz? Aklıma gelen her gonuyu, diğerünü bitürmeden size bir çırpuda anlatiim diye. Anladuuz mu? Çok sabursuz ve heyecanluyum da ondan işte.

         Çınar Aacu'na bizüm Ünyelüler Gavak Aacı diilar.. dibimde dolandukları yere de Gavak Dibi diilar. Ülen! Bu Ünyelü Milleti Yok mu? Osuruunnan çeküşür falla! Yawf.. ben ormancı sayulurum ucundan gıyısundan.. gosgocca ÇINAR'a GAVAK dersem ormancı câmiasunda adamı malamat etmezler mi yaa? Elâlemin diline mi doluycasuz beni?

         Kırk yıllık Kâni'yi de şeetdürmek olmaz ya neyse! Bakın annatiym size bu hikâyeyi de diyneyin Ufkî Gardaşıyızdan : Esgüden buraya GOVUK DİBİ diilardı.

            Bildüyüz gibi Çınar Aacu'nun gövdesi yaşlanunca govuklaşmaya başlii ve ölü hücrelerden müteşekkil lignin muhtevalı bu destek doku zamanla goflaşii, dökülii ve boşalii. Uşakların aazuynan KOVUK'laşur kibarca!

            Ünye'ye ilk yerleşen Türkler Çağatay Lehçesi'ne yakun gonuşduklarundan telâffuz da zaman içerüsünde GOVUK'dan GAVAA dönüşii.. annii misun? Nasıl mı dönişii? Aşşada bunun etimolojik açılımını veriym. [xv+ Çağ] = Çağatay Türkçesi annamına gelii!

kavak

[xiii Kıp] kavak veya söğüt ağacı
[xv+ Çağ] yaşlanan ağaçların gövdesi içinde oluşan boşluk

Fa kāwak kof, içi boş < Fa kāw çukur, oyuk ~ HAvr *kaw- a.a. < HAvr *keuə- içi boşalmak " kav2

            Binaenaleyh bu gavak - govuk işi burada bitmüşdür.. endişeye mahal yohtur!

            Bizim Doğu Çınarı (Platanus orientalis) Aacu'nun da Kavak Ağacı (Populus) ile uzaktan yakından bir akrabalığı da yoktur. Govuk zamannan Gavak olii.. bizim uşaklar da unun Govuk olduunu unutii Gavak Aacı'na denüşdürii.. Gavak Dibi dii.. urda ne gezi yawf Gavak Aacu.. hem de denizün duzlu suyuna yakun yerde.. gafayızu mu sıyurtduz yoğsama? Ya da gavak yelleri mi esii gafayızda?

         Osmanlu benü dikerken şöyle düşünmüş zaar. Öyle diilar. Çınar ulu bir aaaçdur. Bizümnen birlükte o da büyücek; tarihimüzün, ırkumuzun, şanumuzun, adaletün,  güzellüğümüzün şahüdü olucak. Ne zaman ki biz doğrulukdan, adaletten gopucazz, işte u zaman bu Çınar da bizümnen birlükde gocayıp tarih olucak...

         Yedü düvele asgerlerüynen kök salan atalarımnan birlükte ben de dört bi yana dal ve kök saldum onlarnan. Onlarun zaferlerünü dibümde Bayramlarnan gutladuk; yenilgülerünü sonbahar hüznünde yapraklarumu dökerek paylaştum; hüzünlerünü gölgemde sakladum. Heybetlerünü yukarulara turmanup, göğe yükselerek bir Osmanlu şemsüyesü gibü tebaamın üstüne gerdüm dal ve yapraklarumnan. Ben dallarumnan Ünye'min Çınar dibi düşlerünü, Osmanlu da tarihinin düşman güçlerünü serdi gözlerümüzün önüne asgerlerüynen.

Ve asker ocağında pişen aşta nasibini arayan ben, kısa dönemde de olsa askerliğini tam bir acemi er ciddiyetinde yapabilmiş olmanın verdiği hazla alay içerisindeki camide Cuma Namazı’nı eda etmiş ve içtimaya kadar bir tur atmayı düşünerek, asfalt yolda dalgın dalgın ilerlemekteydim.

Tuzla Piyade Okulu. 1980 yılının yarı soğuk kışı Ocak Ayı’nın tatlı serinliğine damgasını vurmuş. Yüzler kızarmış esmerliğinde, türküsünü çığırmakta soğuğun. Birden koluma birinin girdiğini fark ederek merakla yüzüne baktım. Kısa boylu, tıknaz bir teğmendi. Tanımıyordum kendisini. Samimi bir ortam kurmaya çalıştığı belliydi mimiklerinden. Ama bir muvazzaf subayın bir piyade erin koluma girmesi ister istemez kuşkulu ve sakıncalı bir manzara yaratıyordu. Böyle bir görünüm arz etmek alay içerisinde disipline aykırı sayılmaktaydı; böyle öğretilmişti bize.

Martıların sesi uzaktan nağme esintisinde kulaklarımızı dinlendiriyordu. Güzelim hayvancıklar ne hikmetse denizi bırakıp askerî havaalanında bizlerle birlikte talimgâhtaki eğitimlerimize eşlik ediyorlardı. Pervaneli araçlarla, uçaklara tehlikeli durum yaratan bu manzara karşısında ne yapabilirdik? Deniz dostlarını kucaklamaktan başka bir seçeneğimiz yoktu. Kanatları özgürlüğe kürek sallarken pervaneler, yorgan pamuklarının havada uçuşmalarına nispet martı tüylerini yolmaktaki seçimsizlikleriyle düşünce buudunda beni de tüyleriyle beraber uzaklara uçurmaktaydı.

«Sizi dalgın görüyorum.» dedi, teğmen. «Sizin gibi inançlı bir insanın bu denli düşünceli olmasını acaba neye yorumlayabiliriz?» diyerek, konuşmakta azimli olduğuna ve düşünce plâtformunda zihnimi açmaya niyetli olduğuna dair bir imaj bırakıverdi bende. Asker ocağında ibadetin hayli müşkül olduğunu düşünürdüm. Koğuşta yaylı ranzaların üzerinde cambazlık yaparak namaz kılmanın hiç de hoş olmadığını; postal bağlarını çözerek soğukta ve dışarıda abdest almanın da zorluklarından gülerek bahsetmeye çalışırdım dostlarıma. Bu yüzden çoğu insan ibadetini askıya alırdı. Tek tük devam ettirenler de benim gibi arada bir cami kapılarında gezinirken acaba potansiyel tehlike mi (!) oluşturuyorlardı Tuzla Piyade Alayı'nda dersiniz?

         

Tuzla yavrum tuzla!!! Hamsi tuzla, palamut tuzla! Meşhurdur Ünye'nün duzlu baluu. Denüz kenarunda yüzdükten soona sahülde çayurlar üzerüne gurulur sofra ve hıyar, domates, köy peynürü gatuşturarak, afüyetnen yinür duzlu baluklar ve de insanun avurdlaru şişerdi bayaa. Durşu gavurma ve tefek yaprağnnan dolma bilem yeniidu. Şimdülerde duz bolca bulunidu da, ya eski günlerde? "Seferberlikte, Kurtuluş Savaşı’nda tuzu da bulamaz olmuştu. Deniz suyuyla doldurulan yayıklar köye getirilir, leğenlere, teknelere boşaltılır, güneşe bırakılırdı. Foça’da, Çamaltı’ndaki tuzlalarda başka türlü mü üretilirdi sanki… Şekerin yerini elma pekmezi tutmuştu. Elması olmayanlar için geniş biledin (kocayemiş) ormanları vardı. En olgunları toplanır, kaynatılırdı. Odun boldu nasıl olsa. Erkeksiz köylerde odunu da kadınlar çekecekti ister istemez." Rıfat ILGAZ – Sarı Yazma, 5. Basım, Nisan 1994/İst., (Sh. 17) diidu Rıfat Ilgaz romanında özgürce.

Özgürlükten bahis açıldı. Samimiyet doruktaydı ve sıkılmaya başlamıştım. Sanki kanatlarım sımsıkı bağlanmıştı. Uçabilmek için gagamı açıp istediği sesleri çıkarabilmeli miydim yoksa dengeli ötüşlerde frekansımı korumalı mıydım? Bunu zaman gösterecekti. İçki ile aramın nasıl olduğunu sordu. Arzu edersem hafta sonu mütevazi bir lokantada günü hoş sohbetle geçirebileceğimizi ve içki âleminden uzak, kendi dünyamızı yakalayabileceğimizi anlatıyordu.

«Neden ben?» diye sordum kendi kendime. Bu konuşma nerede nihayet bulacaktı. Zaten o sıralarda Kartal Cumhuriyet Savcılığı’na bir iftiradan dolayı ifade vermeye gidiyordum. Ağzımı mı arıyordu? Eh, ormancı değil miydik? Tabii ki rüşvet de yiyecek, memleketin ormanlarını da, anasını da danasını da satacaktık. Adımız çıkmış bir kere dokuza; yaşlansak da inmeyecek sekize...

Osmanlu ile ben de yaşlanuverdüm tabi. Ama yeni bir dövlet yeni bir gövde dimek deyül mü? İşte Düvelü Muazzama'nın çöküş günlerinde yapraklarımın aylarca ağlamaktan tel tel döküldüğü günlerde utana sıkıla yepyeni bir gövde oluşdurdum dibimde; hemi de seviniidum bu yeni oluşum için içten içe...

            Benüm aslım gendü dövletünü gendü yıkar; ama ayakta galmasını bilür, gene gurar daha da eyicesünü. Bak yeni gövde fidanum nasıl da ümütlü geleceeğünden! Artuk unu da beslemem gerekücek; daa gendünü gurtaracak gadar böyümedü.

Bi gün Padişahumuz Abdulhamit Devrü'nde çocuklar dibimde oyniilardı. Baktum fidanumu goparucaklar. Ne yapiim diye yapraklarumu sinürden huşur huşur sallandururken birden akluma geldü. Hemen çiçeklü dohum ve meyvelerümü başlarına düşürüverdüm. Onlar da oyuncak zannedüp aldular ellerine ve birbirlerüne atmaya goyuldular. Böylece hışumlarundan gurtuldum yaramazlarun.

            Guşlarumdan da Allah razu olsun. Gargalar, sıvırcuklar, martular, serçeler, cırtlanbikler (göksügınalular), güvercünler, gabakçınlar, elmabaş serçelerü, bayguşlar arada bir gelür, gübrelerünü bırakur gidellerdü evlerüne. Kimünün evü de benüm dallarımun üstündeydü. Az yumurta gavgası yapmazdu guşlar aralarunda. Çıkar Dünyasu işte! Göriisuz ya, canlular yaşamak üçün hak, hukuk gözetmeksüzün de mücadele edebiliilar.

http://www.ogm.gov.tr/agaclarimiz/agac18.htm
Çınar, orman bölgelerindeki dere içlerinde ve akarsu yataklarında doğal olarak yetişir.
Ülkemizde yayılış gösteren türü Doğu Çınarı'dır. (Platanus orientalis, Y). Boyu 30 m'ye, gövde çevresi bazen 10 m'ye ulaşabilir. Kabukları diğer çınar türlerinin tersine küçük parçacıklar halinde ve yavaş yavaş dökülür. Elsi lopları olan iri yaprakları ve küremsi topluluklar oluşturan çiçekleri vardır. Kentlerimizde rastlanan diğer türlerinden Batı Çınarı'nın (P. occidentalis) ve Akçaağaç Yapraklı Çınar'ın (P. acerifolia) anayurtları Kuzey Amerika ve Avrupa'dır.

            Bu canlu mücadelesü insanlarda bazan savaşa da dönüşiidu. Öncelerü gıluçnan, soonalaru da bombaynan devam ettü. "Evlerin arkasından Kemer köyüne doğruldum. Şu uçurumu andıran çöküntü Seferberlikte bütün bu kesimde oturanların sığınağıydı. Minareden beyaz mendil sallandı mı evlerimizden çıkar, bu çöküntülü sel yatağının içine girerdik. Çok geçmeden “Moskof gemileri”nin top sesleri duyulurdu. Bilirdik yalı boyunda, yapılmakta olan büyük gemilerin “bombarduman” edildiğini ama, atılan “gülle”lerin çoğu da başımızın üstünden geçer, karşı sırtlarındaki köylere düşerdi. Gene bilirdik ki bu gemilerin köylerle, köy evleriyle bir zoru yoktu. Yanlışlıkla düşerdi mermiler, arada bir çatıların üzerlerine." Rıfat ILGAZ – Sarı Yazma, 5. Basım, Nisan 1994/İst., (Sh. 68). Çatularda kiremüt de keleste de galmiidu tabi.

Çatulardan daha da yüksektü benüm dallarumun depesü. Bir gün depelerden denüz kenaruna bakiidum. Bir de ne göriim? Benüm iki ayaklu kaderdaşum parkdaki gumsalda denize girmiş de çimmi mu? Ama başında ne var öyle ? Uzaktan farkedil mii? Gendüsü anlatsun bari..

           "Öğleden sonraydı. Denizde bir güzel yıkanmış ve iskelenin merdivenlerine dek yüzmüş ve kendi halinde yavaş yavaş sırtüstü sahile dönüyordum. Ortaokuldaydım o zamanlar. Son kez suya daldım ve başımı çıkardım sudan. Ayağa kalktım; kumlara serilip, uzanıcaktım.

           Başımda bir ağırlık vardı sanki. Derler ya 'seme gibiyim'. İşte öyleydi başım. Kuma yüzü koyun uzandım ve öylece 15 dakika kadar dinlendim. Göya dinlendim... Parkta oturanlar bana bakıyorlardı. Anlamamıştım neden baktıklarını.

          Başım kaşınmış ve parmaklarım gayri ihtiyarî saçlarıma gitmişti. Bir de ne göreyim?!!! Peltemsi, jel bir maddeyle takke gibi örtülmüştü başım. Fotoğrafta gördüğünüz Deniz Anası (halk dilinde Gandilik derler - Kandil gibidir.) başıma oturmamış mı!? Gerçekten hayretten dona kalmıştım. Demek sudan çıkarken kafama geçivermiş ve ben de farkına varamamıştım. Başımda bir ağırlık var derken boşuna dememişim yani!

            Ulan Ufuli, keleste gibü adamsun valla, bilii mun? Gosgoca gandilii bile göremedün gafanda!

Yıl 1979. Yer : Akkuş Devlet Kereste ve Parke Fabrikası.

Orman Endüstri Yüksek Mühendisi olarak memuriyete atandığımın ikinci yılı. Doğayla bütünleşmiş bir sanayi entegrasyonuna, adapte olabilme uğraşı içerisindeyim. Yeşile özlem duymaya başladığım yılların arefesiydi. Sahil kasabası olan şirin Ünye’de geçirdiğim gençlik yıllarımın engin coşkusunu yeri geldikçe doğa ve çevre ile bütünleştirerek, okuyucularımla yemyeşil galaksilerin gizemli dünyalarında birlikte konuşturacağımızı umuyorum.

Filler ve Çimen filmi bana
«Fillerin sürekli tepiştiği bir coğrafyada inadına yeşeren umudun öyküsü»nü yaşatmıştı.
Ben de sevginin gitgide azalmaya başladığı günümüz dünyasında
doğa ve çevre sevgisini yeniden yeşertebilmek ve içimizde oluşan bu sevginin tezahürünü
insanlarımızda, dost sinelerde, can ve cane'lerde yaşatmayı arzu ediyorum.

İdealist, genç bir mühendis olarak mesleğime dört, hattâ beş elle sarılmış ve bildiğim doğrulardan taviz vermemecesine burnumun dikine gittiğim yıllardı. Daha sonra jeton gibi yusyuvarlak olacağım meslek hayatımın dik köşeli ve iğneli versiyonlarında yol alıyordum. Teorik bilgisini almış olduğum bu uzmanlık alanında pratikle teoriyi birleştirebilme gayretimi gözardı edemeyeceğim şekilde etrafıma hissettiriyor ve kurulu düzenin çarkları arasına bilmeden çomak sokuyordum.

Fabrikanın ekabir takımı benim tecrübesizliğimden istifadeyle kendi şahsi çıkarları doğrultusunda bazı komplolara beni bulaştırmakta gayet hünerliydiler. Bunu yıllar sonra daha iyi fark edecektim, ama ok yaydan birkaç kere fırlamıştı. Nerelere isabet ettiğini beraberce gözlemlerken bir insan olarak kader çizgisinde bazen başrol, bazen figüran olarak kabullendiğimiz rolleri oynamanın verdiği acıyı ya da hazzı sizlerle yazarak paylaşacağım.

Bazen düşünüp de yazmak istediklerimizin bizden çok daha önce başkaları tarafından kaleme alındığını görürüz. Hem de tarafımızdan beğeni kazanmıştır bu yazılar. Bazen de yazım tarzı ve kullanılan stiller hoşunuza gidebilir. Ben son aylarda külliyatının tamamını okuduğum Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı adlı romanından etkilendim. Bu kitabın yazılması ve alt yapısının oluşturulması için hayli ciddî kaynak esere ve zamana ihtiyaç vardı. İmrendim doğrusu. Ben de dip notlarda kaynakları belirtmek suretiyle bir nevi beğendiğim uygulamalara katılarak, kendi tarzımı espritüel anlatımla acemice oluşturmaya çalıştım.

Ödünç aldığım anekdotlarda onları aldığım kişinin vicdanına güveniyorum.
Çıkarımlar ise bana ait ve hem deneyime hem de ortak usavurum kanıtlarına dayanıyor.
Eğer yorumlarım sağlıklı değilse, bırakın başka biri benim yerime yorum yapsın.
Ancak geçmiş olayları yazmayı mevcut olayları yazmaktan daha az tehlikeli buluyorum zira,
yazar burada sadece ödünç aldığı bazı gerçekleri üretecektir.
Peşine düşecek bir konu seçecek olsaydım, bunu başaramayabilirdim.
Plutarkhos, eserlerinde aktardığı örnekler eksiksiz ve her açıdan doğruysa, itibarın diğer yazarlara
ait olduğunu, diğer taraftan eğer bu örnekler gelecek nesillerin işine yarayacak türdense ve
erdeme giden bu yolda bizi aydınlatacak bir parlaklıkta sunulmuşlarsa
itibarın kendine ait olduğunu açıkça söyler.

Michel de Montaigne – Denemeler (1 Mart 1580), Alkım Yayınevi/2000, sh. 25 - 26.

                                                                                    Mustafa ÖZEL
 
                                                           http://www.ekocerceve.com/basindanDetay.asp?yaziID=835&yazarID=48

            İnsanoğlu geçmişte geleceğini arar. Tarih bize geçmişi değil geleceğimizi verir. Bir Çınar ağacı düşünün bir de Akasya. Bu iki ağacı da babalarımız, dedelerimiz dikmiş. Ama her iki ağacın dikiliş niyeti arasındaki farkı, iki ağacı dikmenin bir anlamda felsefesini anlayabilir ve ayırdedebilirsek, geleceğimizi Çınar gibi mi yoksa Akasya gibi mi inşa edeceğimiz konusunda bilinç sahibi oluruz.

            Akasya dikenler hemen şipşak netice almaya çalışanlardır. Hemen köşeyi dönmek isteyen, bir an önce ağacın meyvesini yemek isteyenlerdir. Çınar dikenler ise günün birinde bu ağacın altında, benim torunlarım, onların torunları, onların torunlarının torunları serinlesin diye dikerler. Çınar ağacı onun için beş yüz yıl, bin yıl yaşar. Çengelköyde bir Çınar ağacı var, gölgesinde bugün iki kahve vardır. Yâni yüz kişiden daha fazla bir kitle onun altında serinleyebiliyor.

            Orta Asya - Horasan tarafından gelen bütün bilge Müslümanlar, Anadolu'ya geldiklerinde Bursa'ya vb. yerlere birer tekke açmışlar, hemen yanı başına Çınar ağacı dikmişlerdir. Hangi dergâhı ziyâret ederseniz edin, görürsünüz ki bu dergâhların hepsi Çınarla özdeştirler. Çınar dikmek uzun vadeli düşünmek demektir. Geçmişimizdeki ilmî ve siyâsî oluşumları irdelediğimiz, tekkeleri, zâviyeleri incelediğimiz zaman aslında kendi geleceğimize yönelik çok ciddî ipuçları alıyoruz.

            Bizi üretken kılan, bu; geçmişte başarılmış olan işlerin verdiği duygudur. Geçmişte başarılmışsa gelecekte niçin başarılmasın? Dolayısıyla gençler tarihe biraz de geleceğimizi aramak, geleceğimizi araştırmak bilinciyle yaklaştırılırlarsa istikâmet tutturmaları ve üretken olmaları kolaylaşır.

İnsan neden yazmak ister?

Çevremizi kuşatan insanları birer birer bu âlemden uzaklaştırınız ve yalnızlığınızı iyice hissediniz. Saçınızı taramak, sakal traşı olmak, tırnaklarınıza oje dudaklarınıza ruj sürmek, resim yapmak, şarkı söylemek, keman çalmak, şiir yazmak, güzel bir sofra hazırlamak, dans etmek, modaya göre giyinmek, folklorik figürler yapmak ya da yargı personeli ile üniversite öğretim görevlilerinin Romalılar gibi yerlerde sürünen pelerinleri içinde kasılarak  yürümelerinin insanlarla paylaşıldığında bir anlam ya da anlamsızlık ifade eden (!) davranışlarını sergilemeye çalışır mıydınız?

«Ben çalışmazdım.»

O ortamda güzellik, zenginlik, hükümranlık olguları anlamını yitirerek çok farklı yorumlamalara neden olmaz mıydı? Bu dar perspektiften bakınca Cennet’i bile değişik tanımlamalarla ifade etme mecburiyetiyle karşı karşıya kalırız. Tüm ihtiyaçlarınızın karşılandığı, giyim, beslenme, barınma, seks ve benzeri sorunlarınızın olmadığı, menfî duygulardan arınmış bir ortamı düşünmenizi istiyorum. Başkalarına sunabileceğiniz farklı neyiniz var? Sizde olan her şey başkalarında da mevcut ya da olma ihtimali yüksek. Peki böylesi bir ortamda kişisel tatmini nasıl giderebileceksiniz?

«Dünyevîlikten sıyrılarak.» her halde? diye düşünüyorum. Dünyevî hasletlerden uzak, şu an düşünemeyeceğimiz yeni ruhsal güzelliklerin Rab'bimizce sunumunu tadarak umarım!

Ama şu anda yeryüzündeyiz ve çevre faktörünün etkisindeyiz. Doğayla iç içe...

Bozkırda bahar çıldırmıştı. Her yılkinden bin beter. Kayalar, sular, dağ taş, yer gök yemyeşildi.
Ve
orman tepeden tırnağa kokuyordu. Ninnileniyordu. Bir sürü de ak kuş doldurmuştu dalları.

Bozkırın baharı geç gelir. Çiçekleri de daha geç açar. Çiçeklerin sapları bir parmak boyunda var yok, kısa, küt olur.
Bozkır çiçeklerinin renkleri alabildiğine parlaktır. Kırmızıysa, böyle bir kırmızı hiçbir yerde görülmüş değildir ...
Sarısı, mavisi, turuncusu da öyledir. Gece karanlığında bile gözükürler.
Kokuları keskindir.
Bu yüzden, üstünde çiçek olsun olmasın,
eğil, bozkır toprağını kokla, mis gibi kokar.
Bir avuç toprak alıp koynuna koy, günlerce, acı, keskin, baş döndürücü bozkır çiçekleriyle kokarsın.
İyicene, çıkmamacasına toprağa sinmiştir koku.

Dağlar, taşlar, ağaçlar, kayalar, toprak ışıyor. Hasan'ın bedeninden mutluluk, sevinç fışkırıyordu.
"Ummahan," diye bağırdı. "Ummahan gel!" Sesinde öyle bir sevinç vardı ki, Ummahan'a da geçti. Koşarak geldi.
Hasan'ın baktığı yere baktı.
Taşın yerinde daha yeni açmış üç çiçek, kara toprağın yüzüne yaslanmış duruyordu.
Birisi kırmızı, parlak bir
billûr kırmızısı ... Yalım yalım ... Uzun boyunlu.
Birisi de sarı, ekin sarısı, güneş sarısı, sapsarı, billûr sarısı ... Uzun boyunlu.
Birisi de
mavi, devedikeni mavisi, camgöbeği, gök mavisi, deniz mavisi, yalım mavisi, billûr mavisi ... Uzun boyunlu.

Hasan Ummahan'ın gözlerinin içine bakarak sordu :

"Gördün mü?" - "Gördüm." - "Üçünü de?" - "Gördüm."
Yaşar Kemal - Yer Demir Gök Bakır (Dağın Öte Yüzü 2), Eylül/1998, sh. 352 - 356.

 

 

Tarihî Halkalı Kavak Ağacı (Doğu Çınarı)
Fotoğraf : Ahmet Hüseyin ŞEN


Hacı Ali Paşa Yüzlerce İnsanı
Bu Ağaçta İdam Etmişti.

Evet üçünü de gördüm; gözlerü faldaşu gibü açulmuştu. Padüşah I. Mamut Dönemüydü. Yenülüklere başgalduran ve dövletüne isyan eden şaküler yakalanmuş, idam gararu verülmüş ve darağacu olarak benüm henüz heybetlü sayulmasa da ona şimdüden aday dallarumda yağlu urganlarnan hazurluk yapulmuştu.

 

          Son pişmanluk fayda vermemüş; meydana toplanan halkun gözü önünde ibretü âlem olsun diye 3 şakü sallandurulmaya başlanmış ve günlerce naaşlaru dallarumda asulu galmış; akrabalaru utanclarundan cenazelerünü bile alamamuşlardu.

 

          Cumfuriyet'ün ilânuna gadar sayusunu ben de unuttum; nice suçlular dallarumda kimü pişman kimü korkuyla kimü de ne olduğunu anlayamadan saf saf bakarakdan canlarunu verdüler dallarumda. Ben bile gokularundan rahatsız olup, etkileniidum bilii musuuz?

 

          "Orada, asker urbasını giyip talime çıktıktan üç beş gün sonra, bir sabah cephenin yolunu tuttular mı, kaçılır mıydı hiç? Beş düğmeli asker elbisesini giydikten sonra kaçmak olur muydu? Kaçanların çoğu Kastamonu'ya ulaşamayan yüreksizlerdi. Onlar için şu çarşı içindeki meydanda darağacı kurulurdu.

 

          Çarşı içindeki evimizin bu meydana bakan penceresinden hemen her sabah bakar, darağacında, bir sallanan gördüm mü, erkenden çıkardım, okula gidiyorum diye. Üç beş arkadaş toplanır, asılan asker kaçağının boynundaki yaftayı okurduk. Hep aynı sözcüklerdi yazılanlar, yalnız asılanın künyesi değişirdi. Kariyyesi, köyü, doğumu, babasının adıyla birlikte kendi adı... Bize de kaçaklara acınmayacağını öğretmişti başöğretmenimiz." Rıfat ILGAZ – Sarı Yazma, 5. Basım, Nisan 1994/İst., Sh. 54.

 

Cumhuriyet Meydanı (Kavak Dibi Meydanı)

Tarihî Çınar Ağacı

Ben de hayatımın romanını yazmaya başlarken üslûp olarak Oğuz Atay’dan etkilendim dersem yalan olmayacak. Dünya’ya espritüel pencereden ince bir hicivle bakabilmeyi becermiş, bulunduğu güç koşullarda davasını korkusuzca kaleme almış farklı frekansta çağdaşımız bir yazar. Tutunamayanlar’da benim de istediğim, anlatılması gerekenlerin bazılarını, şifreli ve kamufle edilmiş olarak anlatmış. Ben de onun gibi bu satırlarla bir yerlere tutunarak tırmanmaya çalışacağım.

“Bu dürüst bir kitap. Okudukça da anlayacağınız gibi, yalnızca kişisel tatmin için yazıldı.
Asla ünlü olmak gibi bir kaygı taşımadım, zaten buna gücüm de yetmez.
Kitap boyunca tanışacağınız satırları yakınlarımın ve dostlarımın beni kaybettiklerinde
karakterimin çizgilerini keşfedebilmeleri ve böylece benimle ilgili anılarını
bütünüyle
ve canlı olarak ayakta tutabilmeleri için yarattım.”
Michel de Montaigne – Denemeler (1 Mart 1580), Alkım Yayınevi/2000, sh. 1.

Yaratmayı Cenab-ı Hak’ka mahsus taklit edilemeyecek bir hususiyet olarak algılıyorum. Gönlüm her zaman Tanrı’ya ait özellikleri farklı kelimelerle ifade etmekten yana olmuştur. Örneğin, Esmâ-ül Hüsna’da belirtilen ve daha geniş ifadesini bulan güzel isimlerle Yaradan, kendini insanoğluna tanıtmak istemiş. Böylece tanımaya çalışmışız O’nu. Ama bu tanımlayan kelimeler beynelmilel olmalıydı ve hiçbir ülke lisanının tekelinde bulunmamalıydı. Rab’bin büyüklüğünü ifade eden kelime ne BÜYÜK, ne EKBER, ne GRAND ne de başka bir kelime ile değil İlâhî, özel bir kelimeyle ifade edilebilseydi keşke ve ben de "yarattım" sözünü istemeden kullanarak edepsizlik etmeseydim karşınıza geçip!

Örneğin Vâli kelimesi Cenab-ı Hak’kın belirli bir hususiyetini anlatmak için Arapça dilinde kullanılagelmiş ve Türkçe’ye de geçmiştir. Rab’bin 99 sıfatından biri olan bu kelimeyi örneğin; Ordu Vâlisi’ne kızan biri bir küfür tanımlamasıyla birlikte kullansa istemeden Yaradan’a da küfretmiş olur. Aynı benzetmeyi Atatürk Havalimanı’ndaki bir olumsuz uygulamaya kafası bozulan bir şahıs için de düşünebiliriz. Yani özel isimleri olur olmaz yerlerde kullanmak, kaçınılmaz olarak sakıncalarını da beraberinde getiriyor.

Özetle demek istiyorum ki Yaradan’a mahsus kelimeler Arapça’nın tekelinden kurtarılmalı ve özel bir sözlük hazırlanarak, beynelmilel hususiyet kazandırılmalıdır. Bu kelimeler böylece, yaratılan varlıklara izafe edilmeyecek tarzda sadece Yaradan için kullanılacaktır ve de O’na öylesi yakışır. Kendi Arapça konuşulmasını isteseydi diğer dilleri yaratmaktan imtina ederdi.

Kendi ünlerini arttırmak için değersiz eserlerine eski yazarlardan
bütün halinde pasajlar serpiştiren akılsız çağımız yazarları tam tersini yaparlar.
Eskilerin sonsuz daha büyük zekâları onların yazılarını öyle soluk,
donuk ve çirkin gösterir ki, kayıpları kazançlarından çok olur.
Michel de Montaigne – Denemeler (1 Mart 1580), Alkım Yayınevi/2000, ISBN : 975 337 998 6, sh. 29.

Sizler de öyle mü düşünisuz? Evünüzün ahşap döşemesünde benüm kelestelerümü mü gullanisuz, yoksama suni gaplamalaru mu tercüh edisuz? Azucuk süze gendümden bahsediim. Bakun şimdü yandakü keresteme. Enüne, teyet ve radyal kesütten size poz vermüşüm. Benü yıllarca gullansanuz da benüm içüm de dışum da birdür; değüşmem. Poz yapmam yanü! Ama içi gof olanlarun, dışundaki yalduzları zamanla sıyurup atarsaaz, altundaki sunilüğü hemen farkeder, işin doğasuna dönmeyü tercüh edersüüz de mi?

          1980'lü yullarda Bartun'a yakun ORÜS Ulupunar Keleste Pavligasında çok özel müşterülere Bartun Çayu gıyısu boyunca yetüşen Çınar aaçlaru odunundan parke yapulurdu. Hele çiçekler üçün yapulan saksularum harûgaydu. Pırul pırul pallar benüm tekstürüm.

          1970'lü senelerde rahmetlü Baruş Manço Gurtalan Ekispires'nen Ünye'ye gelmüştü de Gonak Sinamasu'nda şöyle demüştü gençlere. "Altunu çöpe atsan, değerün gaybeder mü? Eşşeğe altun semer vursan, gene eşşektür!" Sinema bana yakundu, seslerini duyiidum gecelerü hopallörden. Başum yüksektü ya kimlerü görmedüm ki tepelerden bakarken sinamaya.

          Rahmetlü Necdet Tosun'a çocuklar bahçeden patlucan incürü atiilardı da sinama penceresünden, gabuunu bile soymadan yiiudu. Beyaz Gelebekler gelmüştü; Bergant Samanyolu'nu söyliidu; Erol Büyükburç "Bir Başka Sevgiliyi" şarkusunu okurdu. Fikret Hakan "Löküs Hayat"ı söylemüştü. Ersan Erdura, Ersen ve Dadaşlar, Cem Garaca ve Moğollar; Timur Selçuk, Serpil Örümcer, Vasfi Uçaroğlu anliicanız saymaknan bitmez gı! Kimler geldü, kimler geçtü? Düşünebilii musuz?


Platanus Orientalis - Doğu Çınarı

Düşünmek dedim de Descartes'ı anımsayıverdim. «Düşünüyorum, o halde varım. Je pense, donc je suis.» özdeyişini hepimiz duymuşuzdur. Varoluşun temelini düşünceye ve düşünmeye vardıran bu düşünürün ben de bıraktığı izler hayli derin olmuştur. Hele hele Muhyiddin-ül Arabî’nin eserlerini incelediğinizde düşünce buudunun nerelere vardığını varın sizler tahayyül edin. Bambaşka bir derya, daldıkça kayboluyor ve derinliğin uçsuz bucaksız evreninde bakış açılarının farklı yelpazelerinde rengarenk cümbüşe tanık oluyorsunuz. Çok farklı düşüncelerin var olduğunu zannediyorum ve sizlerle onları paylaşacağım ve düşünce boyutuna ilerde yeniden değineceğim.

          Renk cümbüşünde tanıklık sanık çağrışımı yaptı ve Akkuş’a dönmem gereğini duydum.

Akkuş, Ordu ilinin Tokat vilâyetine komşu dağlık bir orman köyü. Eskiden adı Karakuş imiş. Rahmetli Menderes zamanında kereste fabrikasıyla taltif edilmiş ve zamanla ilçeye dönüşerek hatırı sayılır bir nüfusun orman içinde yerleşik topluma dönüşmesine vesile olmuştur. Neticede 40 yıl içerisinde orman şiddetle tahrip olunmuş, kaçakçılık kol gezmiş, orman arazisi tarımsal araziye (!!!) ve arsalara dönüştürülmüş, nakliye amaçlı bir kamyon ordusu peydah etmiş, özelleştirme uygulamaları akabinde işletme yıllarca âtıl bırakılmış ve ilçe yatırımsız ve sahipsiz kalmaya mahkûm edilmiştir.

Akkuş İlçesi - Arka Sağ Plânda Parke ve Kereste Fabrikası

Tepelerde Doğu Kayını (Fagus orientalis) Ormanları

Yokluğun vatan sathında henüz hissedilmediği şaşaalı günlerde memuriyete başladım. Akkuş’un önemli bir handikapı vardı. Orası Doğu ve Güneydoğu’dan da beter bir mahrumiyet bölgesi olduğundan deneyimli personelin uzun vâdeli burada kalması söz konusu olamıyordu. Çocukları eğitim çağına girenler de evlâtlarına iyi bir tahsil sunmak için daha güzel imkânları olan başka bölgeleri tercih ediyorlardı.

Aynı gerekçeyle memleketime yeterince hizmet verememiş olmanın ezikliğini vicdanen duyuyorum. Ben de Ordu vilâyeti Ünye ilçesi doğumluyum. Hizmeti önce kendi hemşehrilerime yapayım diye düşünmüştüm mesleğe atılırken. Ne de olsa idealisttik.

İdealizm yani ülkücülük beni üniversite yıllarımın ikinci senesinde yakalayıverdi. Bu ülkü, düşüncelerimle örtüşüyordu. Zaten derin devlet kumpasında sizler gibi düşünenlerin ileride oluşturması muhtemel gruplar, siyasal kurumlar ve dernekler sizler harekete geçmeden önce sizi hazır halde bekler ve sempatizanlarını kendi kumandalarında istedikleri yöne çekiverirler. Örneğin bir Alevî düşünce, bir Kürtçülük oluşumu, bir ırkçı yaklaşım, bir ümmetçi toplum, bir Kemalist düşünce, cemaatler, şeytana tapanlar, milliyetçi cephe oluşumları için tezgâhlar hazırdır. Sizler bu tezgâhlarda pazarlanmak istemiyorsanız bunlardan uzak durmalısınız. Merak bu ya! Ben bu tezgâhların birkaç çeşidine girdim çıktım. Daldan dala güzergâhında yeri geldikçe bunlara değineceğim.

Kaosu kosmos yapan insan zekâsı, tecrübelerini ideolojilerde sergilemiş.
İdeolojiye düşmanlık, tek izm'e teslimiyettir : obskürantizme.
İdeolojiler siyaset dünyasının haritaları.
Haritasız denize açılınır mı? Ama harita tehlikeli bir yolculukta tek kılavuz olamaz.
Pusulaya da ihtiyaç var.
Pusula : şuur. Tarih şuuru, milliyet şuuru, kişilik şuuru.
İdeolojilerin peşine takılanlar pusulasızlardır. Gemi ya kayalara çarptı, ya batağa saplandı.
İdeolojilerin ışığına göz yumanları sloganlar yönetir.
Karanlık kinlerin birbirine saldırttığı çılgın sürülerin savaş çığlığıdır, slogan.

Cemil Meriç - Bu Ülke, 9. Baskı, İst./1998, sh. 93.

«Yaşasın bağımsızlık mücadelemiz.» (Kahrolsun diğer mücadeleler.)

«Tanrı Türk'ü korusun ve yüceltsin.» (Ya diğerlerini?)

«Kurtuluş İslâm'da.» (Hayır, Ankara Cebeci'de.)

Bakınız bir Meksika atasözü ne der? «Tanrı'm beni kendimden koru.»

Neresinden bakarsanız bakınız gençliğin idealizmi bir toplum için hazinedir. Yöneticiler bu değerli hazineyi değerlendirebilmeli ve beyinlerindeki deşarj olmayı bekleyen hizmet enerjisini şer güçler boşaltmadan eğitimle yüce idealler temelinde kullanılabilmelidirler. Yoksa gençler kullanılmışlık duygusunu tadacak ve kıymeti, takdir edilemeyen ellerde hazinenin çarçur edilmesi gibi bir neticeyle son bulacaktır.

Derün uykuda bir geceyi yaşiidum. Bi fısıltıynan uyandum. Ermenülernen Rumlar garşuluklu anlaşmaynan gendü memlegetlerüne gideceklermüş; zorunlu teşcür mü, garşuluklu mübadele mü ne? Ordaki Türkler muhacüller de buraya gelceklermüş. Ama giderken gıymetli hazünelerünü götüremüyecekleründen saklamaları gerekiimuş. Ben yaşlaniidum ya u zamanlar; gövdemde govuklar açılmaya başlamuştu; ihtiyarluk işte.

          Benü uyanduranlar dibime hazüneyü gömmeyü düşüniilarmış meeer. Epeycene dartuşdular. Soonacuma burayu gazmanun emün olmucaana garar verdüler. Cumfurüyet'ün ilk yıllaruydu; Aynigola mevküünde adanun tam garşusundaki çeşme başuna gömmeye garar verdüler ve gittiler. Soonadan öğrendüüme göre 1960'lu yullarda bi guyumcu o su başunu bulup gazmuş ve altun, mücevher dolu küpü çıkarmış. İşte bööle! Oraya yüzmeye güdenler, küpün izinü gördükçe az dizlerünü dövmediler, biz bulamaduk diye!

          Benüm en böyük hazünem yanda gördüünüz ümütlerüm, bilii musuz? Eger bu ümüdümü yitürüsem ne yenü bi dal ne bi yaprak ne de bi filiz verebülürüm. Her yenü domurcukta deneyümlerümden istifadeynen daha verümlü ve daha gusursuz ürünler suniim ben insanluğa ve de çevreme. Gişilik bulmada domurcuklanma, gençlükden olgunluğa geçüşün zorunlu bi göstergesü gardaşlarum.

Kişiliğim gençliğin toyluk kazanında pişmeye çabalarken sol cenahtan fikir dünyasına merhaba deyiverdim. Lise son sınıftaydım. Ebeveynlerim sağ görüşe mensup ve Adalet Partisi saflarındaydı. Babam  delegeydi Ünye’de. Seçimden seçime hatırlanırdı bizim evin adresi. Gelen giden adaylar mide bulandıracak riyakârlık örneği sergilerlerdi. Hayatım boyunca partizanlığa hep karşı çıkmışımdır. Parlamenter demokraside en büyük bölücülük unsuru bence Siyasî Parti oluşumlarıdır. Ama düzen ve sistem bu esas üzerine kurulu olduğu için henüz bu sistemi sarsacak yeni bir oluşum ufukta görülmemektedir. Düşünürlerin yeni dünya düzenindeki farklı ve beklentili sistemleri ortaya çıkarma zamanlarının geldiğini düşünüyorum.

Eskilerin o ya da bu eserinden toplanan parçalardan bir eser yaratmak
– sıradan bir konuyu ele alan bir öğrenim adamı için kolay bir iş –
ve ardından hırsızlığı saklamaya kalkışıp hepsini kendilerine ait gibi satmak :
işte bu ilk önce hatalı ve korkakça olur. Çünkü bir gösteri yapmak için özel kaynakları olmadığından
kendilerini diğer insanların zenginliğiyle yükseltirler
ve ikinci olarak da zekilerin gözünde kendi saygınlıklarını azaltırken,
hileyle bayağıların cahilâne takdirlerini kazanarak doyum sağlamak çok aptalcadır.
Michel de Montaigne – Denemeler (1 Mart 1580), Alkım Yayınevi/2000, sh. 30 - 31.

Bu arada bizim teğmen halâ bu saf delikanlının kolunda ve Tuzla Piyade Okulu’nun asfalt yollarında memleketi kurtarma yolunda birlikte mesafe katetmekte devam ediyoruz. Sakın ola unuttum sanmayın. Az sonra!

Yok yok! Essahtan unuttum! Gölgemün altunda her hafta sonu pıtık oynamaya gelen çocuklarun adlarunu haturlamakta zorluk çekiim artuk. Bildüüz gibi altumda ot bütmez. Topraktur altum. Maalle çocuklaru gelünce ilk gazoz şişelerü gapaklarundaki pıtıklarnan gazoz gapaana ya da gopçasuna oyniilardı 1950'lü yullarda. Renk renk pıtıklaru cebüne dolduran uşaklar gelüp dizülürlerdü.

          1970'lü yullarda parasuna da oyniilardı; madenü beş ya da on guruş dizellerdü arka argaya. Delüklü paraynan da oyniilardı; yanü yüz paraynan (ikibuçuk guruş). Paşabahçenün urdan Donuzcu Gadir'in oğlu Bilgün'nen, Fuyi Faruk (Kiziroğlu) ve Orta Maalle'den Daşçı İsiin'in oğlu Tahtali acayip gonduruk atiilardı oynarken. Tavuk götü atanlara da gıziilardı.

          Bilii musuz, oynarken ellerünün üstü hep çatliidu. Okula gittükleründe de hocalarundan bi ton dayak yiilardı. Bi danesi çareyi bi grem sürmekte bulmuştu; adına da Tiyosilün mü ne diilarmış; unu süriimuş işte. Hava soğuk, ellerü toprakda; çatlamucak da ne olcak! Bazan da pıtıına oynilardı. Yanü gazanan pıtukları aliidu. Ama o gadar hıznan vurilardı ki bazan; pıtıklar gırıliidu! Niye hıznan vurdun diye böyükler güçcüklerden hesap sorilardu, mızukçuluk yapmak üçün..

            U Daşçı İsiin'in oğlu vardu ya, denüz gıyusunda gezer durur agşama gadar. Ne mi yapii du uralarda? Pırıldak daşlarnan denüz gabuklaru topliidu. Goleksiyon mu ne yapiimuş. Yalnuz dolaşmayu çok sevidu gumsalda, kayaluklarda. Gristal, değellü daşlaru da içinde su dolu gavanoza goyar, eşe dosta gösterürdü ışul ışul.

Deniz Kabuklarının Yoğun Olduğu Kumsalımız

 
Ünye Sahili Deniz Kabukları

Midye ve İstiridyeler

1990’lı yıllardaydı. Yer : Bolu ORÜS Müessese Müdürlüğü. Ülküdaşım (X) fabrika içerisinde gezerken rica ile benden özel bir görüşümü ifade etmem talebinde bulunmuştu. O sıralarda MHP doğum sancılarında. BBP arzı endam etmiş ve candan arkadaşım bu oluşumda MHP saflarında ülkücü davaya hizmete devam etmem yolunda samimi dileklerini gündeme getiriyordu. O andaki itiraflarım acaba gelecekte muhtemel (ama o an için çok uzakta görünen) ülkücü iktidarda referans olarak kullanıldı mı? Gammazlandım mı bilemiyorum. Orasını Cenab-ı Hak ve bir de Sayın (X) bilebilir. Vebali boynuna.

Ben, milliyetçi cephedeki bölünmenin nedenini henüz kavrayamadığımı, ülkücü düşüncede yaşam tarzımı devam ettireceğimi ama bunu bölünmüşlük çatısı altında sürdüremeyeceğimi, birlikten yana olduğumu ve cephe unsurunun benim tarzıma uymadığını, bu bağlamda şu ya da bu parti sempatizanı olarak değerlendirilmememi, her iki parti mensubu insanlar arasında gerçek dostlarım bulunduğunu ve onların davaya hizmette fedakârlıktan çekinmediklerini, beni taraftar olma mecburiyetinde bırakmamasını istirham ettim. Aradan yıllar geçti ve ülkücü plâtform bir üçüncü partiyi doğurdu. Ben yine çekimserdim... Halen de öyleyim.

Bizim yıllarca emeğimizden tasarruf ederek biriktirdiklerimizin Mercedes’lere aktarıldığını, bankalara yatırılan paraların aile arasında miras olarak bölüşüldüğünü ve 1999 yılında Bolu’da ailecek geçirdiğimiz iki depremin ardından feleğimizi şaşırmışken, bu âfetlerin bazılarının ekmeğine yağ sürdüğünü, devlet kadrolarının lâyık olanlara değil de çarkın dönmesine hizmet edecek her türlü görüşe sahip insanlara dağıtıldığını esefle görerek zamanla neden bu camiada sahipsiz bırakılarak tekmelendiğimi anlamakta zorluk çekmedim.

Zaten bir Genel Müdür Yardımcısı samimiyetime güvenerek (ya da çaktırmadan bana gözdağı vererek) şu itirafta bulunmuştu : «Bize müslüman ve dürüst adam değil, partiye hizmet eden ve emirlerine bilâ kayd-ı şart itaat eden insanlar lâzım.» demişti. Doğru ya, Hâkimiyet Bilâ Kayd-ı Şart Ulusun değil, Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletin’di artık bu devirde. Zaman değişmişti!

Ben de müslüman ülkücü olarak kalmakta ısrarlı davrandım o gibi düşünenlere inat. Onlar makam arabalarında, yurt dışında geze dursunlar, ben de Belediye Otobüsü’nde yurt içinde ayakta seyahate devam ettim. Kafa tokuşturmakta yeterince becerikli olmadığımı, olsa olsa yontulması zor bir kütük olabileceğimi anladım zamanla.

Bu kütükler bilindiği üzere hammadde sahasında istif olunur ve biçildikten sonra kurutulur ve standardına göre istif edilerek, satış partileri halinde pazara arz edilir. İşte ben henüz yontulamadığımdan pazara arz hususunda da sona kalmıştım. Bir Genel Müdürümün dediği gibi «Kazan dibi» olmaya mahkûmdum.

Neredeyse hüküm giyecektim Akkuş’ta görev ifa ederken. Bir iftiraya mâruz kalmıştım. Hayatta insanın başına her şey gelebiliyordu. Bunun genç yaşta gerçekleşmesi benim ilerideki meslekî yaşantıma olumlu tesir yaptı ve daha temkinli davranmaya başladım. Malûm bilmeden çarkın dişlilerine çomak sokmuştum. Çomak misali ya ben kırılacaktım ya da dümen suyu yön değiştirecekti.

İstiklâl Mahkemesi, çektiğim haksızlıklar, sıkıntılar umurumda değil.
Varsın haksızlık etmiş olsunlar, haksızlık üzerinde duran kim?
Zaman zaman uçuyorum yahu!
Şu güzel yaradılışa bakın.
İnsanoğlu bu güzelliklerde yaşamak için yaratılmış. İstanbul'da ağaç kurtları gibi herkes
routine'iyle kendi oyduğu tünelinde ve kendi karanlığında yaşasın diye değil.
Halikarnas Balıkçısı - Mavi Sürgün, 8. Basım, Ağustos/1993, 132. sh.

Eyü ağaç gurtlaru vardu Ünye'de. Ahşabu oyarlar, tornalallar; çocuklar üçün tentürük yapallardı. Hele yeşül boyalu, ucu kesgün çivülü olanlar az mu vınlardu dönerkene... Etrafumda çığluklarnan çocuklar her gün tentürük oynamaya geliilardı.

               

          Acemüler kabak atallardu; yanü döndüremeden sallallardu ulu orta yere. Usta tendürükcülerse dim'de bulunan tendürüklerün üzerine bi gonduruk atiilardı ki bazen yarulurdu vurduklaru tendürükler. Arada bü elündekü tendürüü elünden gaçurup gafasu da yarulanlar oliidu tabi. Çocuklara zarar vermesün diye ucuna çivü yerüne kabara goyiidu bazu tendürükcü ustalar. Çocuklar da ustalarun dümen suyunda oyniilardu işte!

Dümen suyu deyip de geçmeyiniz lütfen. O dümen suyunda binlerce Türk korsanın kanları ardında bugün Anadolu’da emniyet içerisinde yaşıyorsunuz biliyor musunuz? Allah (C.C.) razı olsun Musa Cevat Şakir Kabaağaçlı’dan. Sayesinde levent, bahriyeli ve korsanın ne anlama geldiğini öğrendik de Barbaros, Turgut ve Uluç Reis’lere bakış açım birden çok geniş açıya dönüşüverdi.  Hây ve Hû Allah’ın Heyamola’ya dönüştüğünü, Allah nidalarının telâffuz evrimine uğrayarak Ole ve Oley diye çalkalandığını Akdeniz’in dalgaları arasında buruk bir tebessümle onlarla birlikte terennüm ettim. Tarih berkendesine bindim ben de onlarla.

Kaptan-ı Derya’lık kapmak için oynanan çirkin oyunlarla bugünün demokratik parlamenter manzarasına bakıyorum da insanlık tarihinde ıkına sıkına değişmeyenin sadece değişim olduğunu gözlemleyebildim ancak. Gözlemleyebildiğim sadece bu kadarla da kalmadı. Heybeli Ada’daki imtihana girdiğim 1969 yılını unutmam mümkün mü sanıyorsunuz? Değil elbette. Çok küçük yaşlardan beri deniz subayı olma özlemini içimde bir yerde (ama neresinde bilemiyorum) taşıyordum. Bembeyaz üniformalar beni çiçeğin arıyı cezbetmesi gibi kendine tarifi gayri mümkün çekiveriyordu.

Başbakan Adnan MENDERES,
Refik KORALTAN ve Emin KALAFAT (Devlet Bakanı)

Ünye DP İlçe Başkanı Hasan ÜRER'le Cumhuriyet Meydanı'nda

          Önce sağlık kontrolünden geçtik GATA’da. Boy ölçümü yapılıyordu. Benim önümdeki hayli kısa boyluydu ve elenmesi işten bile değildi. Bir sağlık subayı sıra bu kardeşimize gelince onu bir kenara çekti ve «Bu tamam» dedi yanındaki görevli personele ve sıra diğerlerine geldi mutat olarak. Bu da farklı bir denizci torpili olsa gerekti. Hedefe isabet etti mi bilemiyorum, ama benim gibi tam yerine rast gelip manzara koyduğunu söyleyebilenlerin de çıktığını hatırlıyorum.

Heybeli Ada’da imtihandan önce babamla denize girerek serinlemeyi tercih etmiştik. Tuz oranı Karadeniz’e göre daha az olduğundan yüzerken biraz zorlanmıştım. Sonra alıştım ister istemez. Giyinip Deniz Lisesi ve Harp Okulu’na yöneldik. Sahil kenarındaki bir binada imtihana girdim. Sorulan soruların maaşallahı vardı. Zor denilebilirdi. Ama ben de çalışkan bir öğrenciydim. Subay olmak istiyordum. Bu azmimi yalnız Nazmi kırabilirdi. Bakın nasıl kırdı...

Çaaaat düye gırdu hemi de... Cumfuriyet'ün 30. guruluş yılu gutlamalaru yapuliidu. Ünye'nün ilk arabalarundan biründe avcular yakaladuklaru av hayvanlaruynan tören geçişi yapiilardı. Esküden Beylükforu'da yapulurdu bayramlar. Bu sene benüm etrafumda nasüp oldu. Gamyonun önünde gocaman domuz; gasasunda da onlarca çeşüt av hayvanu.

Cumhuriyet Meydanı (Kavak Dibi)

Tarihî Çınar Ağacı

          Tilkü, Pevü Çakalu, Sülün, Keklük, Yaban Ördee, Davşan, Ayu, Mezbeldek, Teyün, Daraklu Guşu ve bi yıvın av hayvanu;  isimlerü aklıma gelmii şimdü! İşte tam o surada avcular tüfeklerüynen peşüpeşüne ateşe başlamazlar mu havaya!!! Tam da benüm altumda. Bi güzelüm golumu gırıverdi saçmalarnan, dom dom gurşunlaru. Yapraklarum da delük deşük oldu. O günü çok ağlamuştum bilii musuz?

          Bu güzelüm canlularun ne yazuk ki vura vura soylarunu tükettüler. Cenab-u Hak insanlara bu öldürme duygusunu imtühan üçün vermüş. Ama gel gör ki mezara girünceye gadar halâ gendülerünü terbüye edüp de cana gıymamayu, yaşatmayu öğrenemedü Ünyelü hemşerülerüm. Baluklar da aynu agibetün hışmuna uğradular. Bu Dünya'nun çevre sancusuydu. Doğayu sevmeyü öğrenememenün; tabiyatnan baruşuk yaşayamamanun sancusuydu...

HATUNİ (Elmas) SÜLÜN
(Lady Amherst)


Anavatanı : Batı ÇİN (1829)
KIRMIZI ALTIN SÜLÜN
(Red golden Pheasant )


Anavatanı : Orta Çin - (1758)
HATUNİ (Elmas) SÜLÜN
(Lady Amherst)


Anavatanı : Batı ÇİN (1829)

İşte bu süperpoze tüfek
Sülün'ün soykırımı için tam bir biçilmiş kaftan!

Bir çift Sülün kalmış ormanda; ben gördüm, yuvasını öğrenmek ister misiniz?

            Simenit Gölü sayısız bataklıkların ortasında büyücek bir göldü. Ağlar gerilerek yaban ördeği avlanırdı kıyılarında. Bıldırcın bile avlanırdı ağlarla. Avcılarla uğraşmak babamın görevlerinin bir bölümüydü. Kolcuları geceli gündüzlü iş buluyorlardı kendilerine. Bütün Çerkezler gibi konuktan hoşlanırlardı. İlk sülün sürüsünü köyüne giderken görmüştüm. Bir ormanı dönünce yeşillikten kırmızılı mavili, sarılı morlu bir sülün sürüsünün dikine ok gibi fırladığını görmüş, bu renk cümbüşü başımı döndürmüştü. Rıfat ILGAZ – Sarı Yazma, 5. Basım, Nisan 1994/İst., (Sh. 86)

Sınavın tam ortasında bir sancı yakalayıverdi beni. Çok ivedi tuvalete çıkmam gerekiyordu. Yaradan burada Nazmi’yi karşıma çıkardı ve tuvalete gitmemin mümkün olmadığını, «Yasak» olduğunu söyletiverdi.

Burası yasaklar ülkesi miydi ki sanki?

Yasakla karşılaşmam doğrusu çok koymuştu bana, acı çekmiştim. Halâ da etkisinden kendimi kurtaramadım. Kâğıdı yarısı boş halde verip imtihandan çıktım ve doğru tuvalete. Öyle bir rahatlamış ve öyle bir rahatsız olmuştum ki rahatlık ve rahatsızlığın ortak kesişim noktasında taharetimi yapmakta güçlük çektim. Karşımda alafranga bir tuvalet vardı. Oturmaktan imtina edip yüzümü buruşturdum. Tiksinmiştim. Türk subayı demek makadını buraya dayamak zorundaydı.

Acaba kişi başına düşen basur memeleri sayıları hakkında ulus çapında bir anket yapsam cevaplarlar mıydı? Merak ediyor insan. Alaturka mı yoksa alafranga mı daha hijyenik diye? Turgut Reis berkendesinde dalgalar arasında helâda bir sağa bir sola alaturka yaparken, Andrea Dorya kadırgasında alafranga dans ediyordu denilebilir. Her iki hipotez de henüz Alafturka seviyesindeyken, ölçümleme yapmak sıhhatli bir neticeye bizi götüremez zannediyorum.

Bu işler tabi zannetmekle olmuyor. Çünkü zan altında kalan insanın hâlet-i rûhiyesini bir düşünür müsünüz? Ey okuyucu lütfen sen de düşün! (Son dönemlerde bu tâbirlere romanlarımızda sık sık rastlanır oldu. Son dönemin de bildiğiniz gibi sonu bir türlü gelmek bilmiyor). Neyse hele şu tuvaletten bir çıkalım sağ salim de gerisini sonra yine anlatırım.

Dur!!! Çıkma!

Tuvalet, pardon helâ deyip geçme arkadaş. Hele bunun bir geçmişine bakıver. Gör bakalım ecdadın içine ederken geçmişinin, geleceğe neler bırakıvermiş. İyi ki Haçlı Seferleri olmuş da Frenkler ne renkler müşahade etmişler. Ark dediğimiz su yolları, lâleler, yel değirmenleri, kanalizasyon şebekesi, hamam ve daha bilmem neleri Osmanlı’dan görüp, ülkesine taşıyan ve bizim helâ taşıyla tanışan kutsanmış Paris’in sokaklarında gezerken az kalsın pencereden başıma lâzımlık içerisindeki pisliği boca edeceklerdi.

Kardeşim hadi çık artık helâdan. Turşusunu mu kurdun?

Az kaldı! ...

Zabaa az kalmuştu. Bi guş ağlamasuynan uyandım. Orta yüğsek dallarumda bi Sıvırcuk yuvasu vardu. Annelerünü güremedüm, ama yavruları ağlilardı. Maallenin haşaru çocuklarundan biri elinde sabangaynan zabah zabah guş vurmaya çıkmuş. Nişan alup, sabangasuna yerleştürdüü çakmak daşnan Sıvurcuu vurmasun mu? Dallaruma, yapraklaruma çarpa çarpa düşüşünü görmelüydünüz.

                         

          İşte u zaman uyandım guş çığluklarıynan. İçim öylesüne yandu ki anlatamam. Elümden de bişi gelmiidu. Yaa Ünyelü gardeşlerüm, yeğenlerüm, torunlarum! Nolur canlara gıymayın yaa!!! Bakun şimdü şu Sıvurcuğa; gıyılabilür mü bu zavallıya? Ya yavruları napıcak analaru olmaksuzun dalun tepesünde. Ben mü beslicem? Şimdi Gargalarnan, Baykuşlarnan nasul mücadele etcek bu çaresüzler? Edemiycekler zati. Ve de onlarun ağuzlarında inleyerekten can verdüler. Günlerce ağladum. Çaresüzlük, kimsesüzlük çok zor bilii musuz? U haylaz çocuun üstüne bi sıçrayup da yakalayup; yaptuklarunun doğru olmaduğunu anlatmayu çok isterdüm!

Bir atraksiyonla yana zor sıçrayabildim. Pislik ve dışkı kokusundan bırakın ara sokakları, caddelerde bile gezmek ne mümkün! Akşama bilmem kaçıncı François’nın resepsiyonu vardı. Valsler çalıyor ve dönüyorduk rakkaseler gibi. Nereden bileyim fosseptik çukurunun salonumuzun tam altında olduğunu. Hava almak için sarayın balkonuna çıktım. Majesteleri ya da hanımı düşüp bayılmış balkonda. Cıngıllıoğlu marka kolonyamı çıkarıp yüzüne serptim. Kendine geldi ve sağol Mistiip (Mistepe) dedi. Neden düşüp bayıldığını sordum. Dışarıdaki necaset kokusuna dayanamadığını ve içeriye kaçana kadar insan ve hayvan dışkılarının derişik aromatik konsantrasyonundan menfi etkilendiğini söyledi.

Hadi be kardeşim, çık Allah’ını seversen!

Çıkacağız lan, patladın mı? (Güçlü bir pat sesi gelir.)

Evet, tüfeği patlatmıştım ve tam beş tane karga vurulmuştu. Ben de şaşırmıştım tabi. Fazla deneyimli değildim avcılıkta. Arkadaşım Ahmet, Zile’de Hüseyin Gazi Tepesi’nin eteklerindeki bağlarda Ceviz ağacında vurduğum kargaları almak için eğilirken birden köpek havlamaları duyuldu. Azgın köpekler eşliğinde fener alayı gibi birileri koşturuyordu üzerimize. Bahçe sahipleriymiş meğer. Ne bileyim kargaların onların olduğunu. İnsan kargasına sahip çıkmalı değil mi bu zamanda?

Ceviz ağaçları mesleğim itibarıyla biliyorum; Çınar gibi hayli değerli bir ağaçtır. Ululuğun timsalidir. Osmanlı çatısını anımsatır inadına. Kökleri Orta Asya’ya uzanır. Gövdesi Anadolu’da iyice kabuk bağlamış ve dalları yeryüzünü sarmıştır. Yaprakları altında kimler gölgelenmez ki? Lâzlar, Çerkezler, Arnavutlar, Kürtler, Gürcüler, Araplar, Türkmenler, Azerîler, Tatarlar, Kosovalılar, Makedonlar, Ermeniler ve Rumlar. Say sayabildiğin kadar. Ama bazen rahatlık adamı sokar derler ya bu şemsiyenin altından kaçıp doluya tutulanlar da az değil hani.

Tarihî Çınar Ağacı

Bazıları Osmanlı mozayiğine ateş püskürür.

Ne mozayiği kardeşim, biz bir milletiz, millet. Hem de Türk Milleti (Aşk ile sev milliyeti).

Bana göre Osmanlı toprakları gerçekten mozayik. Osmanlı adı da bu mozayiği kucaklayan şemsiye; İslâmiyet, dinî hürriyet ve lâiklik açısından birbirleri arasındaki manevî bağ; Türkçe, düşünce ve ifade birliğinin simgesi ve Anadolu coğrafyası da ortak mekân. Ne oldu da şemsiyenin altı toz duman oldu?

Adı Osmanlı Devleti idi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti oldu. Bazıları Türk unsurunu şemsiye olarak görmemekte inat ettiler ve Osmanlı’ya geri tornistan edilemeyeceğine göre toprak bütünlüğüne zarar verir tutum içerisine girdiler. Ceviz bu, affeder mi? Koca koca dalları altında, muzır tohumlardan yeşeren yabanıl otları kökünden kurutuverdi tabi. Her ne kadar dışarıdan gelen bahçıvanlar Mao, Lenin, Şah, Che, Hitler ve Sam Amca yöntemleriyle yandan çarklı sulamaya devam ediyorlarsa da binaenaleyh Güneş’i göremedikleri için bütün gayretleri boşa gidiyordu.

Cumhuriyet Çınar'ın gölgesinde yeşerirken, Anadolu da Ceviz'in güvencesinde güçleniyordu.

Ne gözel başluk gomuşlar! Hemü de ne gözel anlatmuşlar benü. Şu an ağliim bilii musuz?

ÇINARUN GÖLGESİNDE... CUMFURİYET MEYDANU...

YEREL TARİH GRUPLARI PROJESİ
http://www.tarihvakfi.org.tr/yereltarih/unye/unye_proje3.html

Cumhuriyet Meydanı/Çınar Altı

Ünye Yerel Tarih Grubu

          Meydan en güçük yerleşüm birümleründen en böyüüne ortak yaşamun yüreğünün attuu sosyal, gültürel, suyasi, egonomik ve dinü yaşamun merkezüdür. Kentün gaderünü etküleyen garallar, habeller, sevünçler, acular oradan yayulur ve urda toplanur.

          Yüz yüze ilişgüler alanunda gövde gösterülerü yapulur, alkuş seslerüyle inleyen meydanlar, gün gelür bayram olur, gün gelür isyan... Bütün yollar uraya çıkar. Kente gelen gezgin önce meydana gelür ve açulan yollardan kent yaşamunun içine dovru ileller. Cuma günlerü, Pazar günlerü temüz esvaplaruynan cemaatin toplanduu meydanlarda, bütün sesler ve renkler birbürüne garuşur.

          Ünye'nün Cumfuriyet Meydanu da tıpkı diğer kentlerdekü gibü günlük hayatumuzun ayrulmaz bi parçasudur. Ünye'de birlükte yaşamaya daür geçmüş ortak anularun en önemlü sahnesüdür Çınar'un gölgesündekü Cumfuriyet Meydanu...

          Böğün, Hökümet Gonaa, camü, hamam, gaymakamluk, banga, otel, park, anut ve diyer yapularla çevrülü olan meydanun bi göşesünde beş yüz yılluk Çınar aacu yükselür... Buradan çarşuya, iskeleye, maallelere sogaklar açulur. Çınar aacu, meydanu çevreleyen binalarun değüşümünün beş yüz yıldur gölgesünde olup biten pek çok şeyün şahidü olarak, geçüp giden zamana inat orada öylece gölgeleyen, huzur veren yaşamunu sürdürmektedür.

          O bunca yıldur olup bitenlerü kaydeden bi gayut cihazu olsaydu, böğün hamam ularak gullanulan kilüsenün çan sesünü, böğün gaymakamluk olan ilkokulun zil sesünü, camüden yükselen ezan sesünü, Angara'dan gelen dövlet adamlarunu dinleyen halkun coşgusunu, isyanunu, Gaymakam'un, Beledüye Başganu'nun gonuşmalarunu, gomşularuna veda edenlerün hüznünü, gözyaşlarunu, garşulayanlarun sevüncünü, banga önünde bekleyen müşterülerü, bayram törenlerünü, marşlaru, top oynayan çocuklaru, köyden getürdüü ürünü satan köylülerü, nal sesünü, fayton sesünü, araba sesünü, ilk çalan gornayu, bu da ne düye şaşgun şaşgun bakan ve meydana dooru toplaşan insanlaru, bi dönem hapisane olarak gullanulan camüden yükselen iç çekmelerü, üzeründen sargan iplerde son bulan yaşamlaru ve daha nelerü bize anlaturdu, aktarurdu...

ÜNYE 1 Plâkalı İlk Vasıtalarımızdan

Sami Ekmekçi 1936 Model Chavrolet Marka Arabasıyla
Cumhuriyet Meydanı, Belediye Binası,
Surlar, Agâh Bey'in Evi, Çınar, Millet Parkı ve Kameriye

Eskiden Nakil Araçlarının Kalkış Durağı

          Biz onun gölgesünde sürdük geçmüş zamanun izünü. Meydandan başladuk Ünye'nün öyküsünü anlatmaa. Çınar ilham gaynaamuz, albümlerde solan fotoğraflar, gonuştukça daha çok haturlayan Ünyelüler, bu kentten, bu meydandan gelüp geçenler, hikâyeler, türküler, yol gösterücümüz oldu.

          Gelcek günler içün hep birlügte haturlayalum ve haturlatalum, geçmüş duygularun izünde buluşalum istedük. Ünye'ye yenü gelen gezgün gibü biz de geçmüş günlere dooru yolculuumuza meydandan başlayalum dedük.

Saray Câmîi ve Tarihî Çınar Ağacı

Cumhuriyet Meydanı

Hay şeyi düşesice. Yav daha çıkmayacak mısın?

          «Çıkıyorum patlama!» (Hele şu döşemesi çöküveren salondan bir kurtulalım.)

Çıktık ama hem de nasıl! Resital devam ediyor ve salon tıklım tıklım dolu. Majesteleri kalın ve kat kat elbiseleri altında altı aydır yıkanmamaktan oluşan kokularını örtbas etmek için kestane böceği gibi büklüm büklüm olmuştu. Parfümü de bu yüzden icat ettikleri söylenir.

Endülüs’ten kalma alışkanlıkla bazı gayri müslimler gizli gizli yıkanıyorlarsa da ihbar sonucu Engizisyon Mahkemesi’ne çıkarılıyorlar ve Müslüman âdetine tâbi oldular diye ya diri diri yakılıyor ya da gemide kürek mahkûmluğuna (forsalığa) hüküm giyiyorlardı.

Platon ve ben nesneleri benzer şekilde anlayıp gördüğümüzde bu artık
Platon’un olduğu kadar benim de görüşümdür. Arılar bir o çiçekten bir bu çiçekten çalarlar,
ama sonra çaldıklarını kendilerine ait olan bala dönüştürürler, o artık kekik ve güvey otu değildir.
Böylece öğrenci, diğerlerinden ödünç aldığı pasajları tamamen kendine ait kılmak
yani kendi yargısı haline getirmek için değiştirip birleştirecektir.
Michel de Montaigne – Denemeler (1 Mart 1580), Alkım Yayınevi/2000, ISBN : 975 337 998 6, sh. 35.

Valsin en hareketli anında birden bir çatırtı ve gümbürtü koptu. Sarayın muhteşem tezyinatı altında döşeme göçüvermiş, yerle bir olmuştu.

Elektrikler o anda otomatikman kesildiği için yerle bir olan Kuzey Batı Anadolu fay hattının feryadını o anda Anadolu’da kimse işitemedi. 17 Ağustos 1999 ve 12 Kasım 1999. Adapazarı ve Düzce Depremleri olarak anıldılar. Biz de Bolu Karacasu Beldesi’nde lojmanımızın dördüncü katında Mevlâ’nın bu âfetini korkuyla ve ibretle yaşayarak seyrü temaşa ettik. İlk depremden sonra ne kadar etkilenmişim ki aşağıdaki mısralar peşi sıra birbirini kovaladı kalemimin ucunda.

DEPREM İKLİMİNDE ...
02.09.1999/BOLU

Ruhları sarsan keder, felâkete mi haber?

Rehavet çöken ızdırâba soluk mudur sesler?

Suskunluğunda sensiz, gaflet uykusunda esefler ..!

Yer yer ürperirken canhıraş sesler geceden geceye!

 

Battı diyorlar ama, vuslat yine doğacak,

Bir meçhûl an ki karşımıza çıkacak!

Anladım Sen’den gayri her şey aldatan serâp!

Karanlığı delerken çığlıklar yine perdeden perdeye!

 

Herkes uykuda halâ, emel derin bir umman,

Uyan ve kendine gel! Akıp gidiyor zaman,

Derken gelmeden ecel! Mümkünse erken davran!

Noktalansın bu hayat, ölüm gelse de pençeden pençeye!

 

Lûtf u gazabı birleştiren bir hercümerç ki çok kanlı ..

Tûfanla yok olan milletten daha buhranlı.

Harâbolan dünyada yere göğe sığmayan delikanlı

Çileyle baş başa, sonsuza uçan her serçeden serçeye!

Ey hayâllerde halâ parıldayan manâlar;

Bu kara yalnızlıkta bir yığın ızdırâb var ...

Yerle göğün raksında geceyi yutan canavar!..

Bedbinlik, ümîdsizlik sarmış tenleri inceden inceye!

 

Ve beklenen mutluluk ölümün verâsında ...

Ruhların beklediği zirve ufkun rüyâsında.

17 Ağustos’lar gözyaşı, hüzün vurmasında.

Tam vuslat deminde ışığım saçılır, hüzmeden hüzmeye!

 

Sarsılıyor her an gönül kubbesi şimdi;

Ruhlara uğursuzluk sindi, sanki belâ indi.

Elimde ümîd kâsem kıpkızıl kanla doldu,

Gör ki ateş düştüğü yeri yakar, dualar sîneden sîneye!

 

Alnını yere koyup, inlesin inananlar;

Gönlünde Rahman’ı duyup, ağlasın uyananlar..!

Gece koyulaşsa da bugün, önünde saf duranlar

Ay uykuya dalıp giderken, ezanlar cepheden cepheye!

Cenâb-ı Hak bu kerre beni ve ailemi biraz korku, biraz da mallardan eksiltme ile imtihana tâbi tutmuştu. Ard arda iki deprem ve akabinde aslî işimi değiştirmenin verdiği sarhoşluktaydım.

Ey müminler, sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve
mahsûllerden yana eksiltme ile,
and olsun imtihan edeceğiz.
Ey Habibim, sabredenlere müjdele.
Onlar , o kimselerdir ki, kendilerine bir belâ geldiği zaman teslimiyet göstererek :
« Biz Allah'ın kuluyuz ve yine O'na döneceğiz » derler.
O teslimiyet gösterip Rab'bine sığınanlar üzerine, Rab'binden mağfiret, rahmet vardır;

ve işte onlar, hidayete ermiş olanlardır.
Kur’ân-ı Kerîm, El' Bakara Sûresi (Sûre : 2, Âyet : 155 - 157)

17 Ağustos 1999. Gece yarısını çoktan geçmişti. Eşimin «Ufuk ne oluyor?» nidasıyla uyanmıştım. Uyku mahmurluğu içerisinde zelzele olduğunu anlamış ve yataktan kalkarak hole doğru eşimle beraber duvardan duvara savrularak ilerlemiştik. Çocuklar ranzada yatıyorlardı. Onları da indirerek, aile efradımın alel acele karanlıkta ışıldak yardımıyla çığlıklar arasında aşağı inmelerini sağladım.

Apartmanın 4. katında mâruz kaldığımız depremden kaçış mümkün değildi. Uyku sersemliğinde ne olup bittiğini anlayıncaya kadar da sarsıntılar şiddetini kaybetmişti. O zamana kadar eviniz yıkılmamışsa yeni bir yaşam için beyaz bir sayfa daha açmanıza müsaade edilmiş sayabilirdiniz. Gerçekten Yaradan çoğu insanlara göre bizlere hayırlı ömür nasip etmiş ve şiddetli belâlara mâruz bırakmamıştı. Cennet azmiyle Dünya'da bu tarz bir yaşamı sürdürebilirsek şanslı sayıyordum kendimizi. Ama yaratılış kanunlarının kapısı ne zaman zuhur edeceği belli olmayan sürprizlere açıktı. Farz edelim ki ölüm uçuşundayken Dünya'da bize bir şans daha verildi. O halde bu şansı iyi kullanmak gerekir diye düşünüyorum. Ne dersiniz?

Yoksa siz ey müminler, kendinizden evvel geçenlerin halleri hiç başınıza gelmeden
Cennet'e gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle ezici sıkıntılar, kımıldatmaz zaruretler dokundu ve
öylesine sarsıldılar ki,
hatta peygamber ve maiyetinde iman edenler :
«Allah'ın yardımı ne zaman olacak? » diyesiye kadar ...
Bilin ki Allah'ın yardımı muhakkak yakındır.
Kur’ân-ı Kerîm, El' Bakara Sûresi (Sûre : 2, Âyet : 214)

Sitede oturan apartman sakinlerinin korkulu ve mahmur bakışlarının suskunluğunu, sabaha kadar çıtırdayan odun parçalarının sesi bozuyordu. İkinci depremin olacağı gün evliliğimizin 21. yıldönümüydü. Pastahaneden almış olduğum yaş pasta dolapta ve bir buket çiçek de vazosunda buruk kalmıştı. Akşam 19:00 haberlerine 3 dakika kadar kalmıştı. Eşim Saliha haberleri dinlemek için TV’nin uzaktan kumanda düğmesine basmak üzereydi. Ben de bilgisayarın başında, çocukların odasında Age of Empires'ı oynuyordum. Muhabbet kuşumuz Alişan kafesinin içerisinde rüzgâr gülü gibi dönmeye başlamış. Ben duvar tarafından gelen şiddetli bir balyoz darbesiyle sandalyemle birlikte diğer duvara fırlatılmıştım ve her taraf sarsak elek gibi sallanmaya başlamıştı.

Elektriklerin otomatik olarak sönmesinin ardından eşimle önceki depremde olduğu gibi yine koridorda buluşmayı başarmıştık. Saliha'ya dua okumasını salık verdim ve ben de «Ya Selâm» diyerek bir taraftan tavana diğer taraftan döşemeye bakıyor; acaba hangi cihetten evimiz çökecek diye son dakikalarımızı temaşa ediyordum. Canhıraş feryatlar apartmanın karanlığını çınlatıyordu. Eşim, aklına hiç bir dua gelmediğini tekrarlarken dershanede bulunan kızımız aklımıza geldi ve bir de onun telaşesi ile çaresiz kıvranıverdik. Oğlum ise Gaziantep'te üniversitede okuyordu. Deprem bitmek bilmiyordu. 7.4 şiddetinde 45 saniye sürmüştü ama, 45 yıllık yaşantım bir film şeridi gibi geçip gidivermişti sanki gözlerimin önünden. Güm güm gümlüyordu davul gibi her saniyenin dehşeti!

Bir de insanlara bir nimet taddırdığımız zaman, şımarıp ferahlanırlar.
Kendi ellerinin yaptığı günahlar yüzünden onlara bir fenalık isabet edince de hemen ümitlerini keserler.
Görmediler mi ki, Allah dilediğine rızkı genişletir, hem de sıkar?

Şüphesiz bunda, iman edecek bir kavim için alâmetler var ...
Kur’ân-ı Kerîm, Er - Rûm Sûresi (Sûre : 30, Âyet : 36-37)

1966 senesü Ramazan Bayramu zabasıydı. Davulcu İdirüs belünde davul, elünde tokmak manilerüynen her gapuda, günümüzde yaşlu gözlernen haturlatucak Osmanlu geleneenü sürdüriidu. Oğlu da yanundaydu; gapularun çeşüt çeşüt tokmaklaruna vurur, verülen bayram bahşüşlerünü torbaya doldururdu.Bayramun neşesüydüler...

    

          Çocuklar arkalaruna dakulurlardu. Söyledüü maniler de envayu çeşüttendü. Çoonu da unuttum gıı... Aklumda galanlarundan bi iki danesini sööliim bari. Eyü bahşüş verenlerün yaygarasu da eyü olurdu haa. Çal çal bitmezzdü. Dambur dumbur, güm de güm, dambada dumbada dum...

Beylerim a Beylerim!
Yanyana gelmiş evlerim,
Ötekinden aldım bahşiş,
Sizden de ayrı isterim.

Bahçanızda güller olsun.
Daluna bülbüller gonsun.
İki gözüm İsiin Efendü,
Bayramun mübarek olsun.

Buna Bayram ayu deller,
Balunan gaymayu yeller.
Esgüden âdet gurulmuş,
Topçuya bahşüş verüller.

          Esgüden Çakurtepe'deki bi barakadan top atiliidu İftar Vaktü'nde. Daa soonalaru parkun önündekü gumsalda barutnan paçavrayu usulüne uygun garuşturup patlatiilardı. Herkesün gulaklaru topun sesündeydü. Ardundan ezanlar birbürü arkasuna inletürdü sokaklaru. Elünde yımırtalı, susamlu pidelernen ya da yavlu pidelernen erkekler goştirilardı evlerüne.

            "Bekçi Ali Osman Dayı’nın Ramazan akşamları fitillediği topun yerini aradım, buldum. Topu sıkıladıktan sonra memesine birkaç tutam barut kor, sonra ucundaki yarığa çakmak taşıyla yakılmış bir kav sıkıştırılan değneği uzatırdı uzaktan. Barut inceden bir duman salıvererek yanmağa başlardı. Biz tam bu sırada iki elimizle iki kulağımızı kapatır, boğuk bir sesle topun geri tepmesini gözlerdik. Minarede elini kulağına getiren müezzinle aralarında bir uyuşma olmazsa alay ederdik Ali Osman Dayı’yla… Belki de sırf bunun için çıkardık harman yerine kadar, zeytinli, reçelli iftar sofralarını bırakıp da." Rıfat ILGAZ – Sarı Yazma, 5. Basım, Nisan 1994/İst., (Sh. 71)

Sol Öndeki Bina : Halk Fırkası
(Sonradan Polis Karakolu ve Belediye Tahsilât Bürosu oldu.)

Arkadaki Bina : Eski Hükûmet Binası

Canhıraş sesler geceden geceye saray duvarlarını çınlatırken ağır bir dışkı kokusu sardı koca salonu. Salon ağırlığa dayanamamıştı. Bunu anladık da bu koku neyin nesiydi ve insanlar içerisinde çaresiz çırpınıyorlardı ve çoğu da boğulmuştu.

Tabiii... Fosseptik andırı. Kim kazdı şu bok çukurunu bu sarayın ortasına be adam?

«Ben kazmadım haşmetmehap» diyen güp aşağı, lâğım çukuruna. Sörler, matmazeller, leydiler, markizler, kontlar, komutanlar, müzisyenler... Ben bu arada pencere kenarında majestelerin eteklerine yapıştığımdan, onun arkasından pencereden aşağıya balıklamasına mekân değiştirdik. Kurtulmuştuk nihayet. Az kalsın «Bok yoluna gitti Niyazi.» diyeceklerdi arkamdan.

O çukura düşmedik ama, İtalyan Çukuru’na düşmüştüm Tuzla’dayken. Çık çıkabilirsen.

«Bak kardeşim beş dakikaya kadar çıkmazsan kapılar kapanacak. Helâda kalıverirsen karışmam.»

Vay anasını be. Gerçekten çıkmam gerekiyordu o çukurdan. Ama ne mümkün! Henüz yeterince eğitimli değildik. Serde erkeklik var deyu atlattılar bizi çukura ve başını alan çekip gidiverdi. Yardım edecek kimse de kalmamıştı.

Aradan iki saat kadar geçti ve bir ayak sesi duydum uzaktan. Bir ümit ışığıydı bu benim açımdan. Bağırıp çağırmamak için kısa bir an düşündüm ve sesimi çıkarmamaya karar verdim. Madem beni burada şaka olsun diye bırakmışlardı, o halde elbet çözümü de arkadaşlarım getirmeliydiler. Ben yalvarmamalıydım. Ve de öyle yaptım.

 Tüm gücümü toplayıp duvara doğru hızla fırlayarak yukarı zıpladım. Üst kenardan tutunabilmiştim, ama ne yazık ki toprak nemli olduğu için tuttuğum parçacıklar elimde dağıldığından ben de aşağı kayıyordum. Bu sefer üzerimdeki parkayı çıkarıp yukarı fırlattım ve yükümü hafifletmiş oldum böylece. Ayak sesi iyice yaklaşmıştı ve yerden parkamı aldığını anladım. Biri bana yapılan şakayı devam ettirmekte ısrarlıydı anlaşılan.

Yeni bir güçle çukurun verev köşesinden ok gibi fırlayarak yukarıdan toprağı iki elimle kavrayıverdim. Vücudumun ağırlığını yukarı doğru çekip almak üzereyken toprak yeniden dağıldı ve yere düşüverdim.

Pantalonumu da çıkarıp atmam gerekiyordu. Nasıl olsa yukarıda arkadaşım vardı ve bana gereken desteği verecekti. Çıkardım ve attım. Hiç konuşmuyordum. Esrarengiz ayak sesi de konuşmamakta direniyordu. Pantalonum sessizce kenardan uzaklaştırıldı. Bu kez yukarı tırmanabilecektim her halde? Gerildim ve daha emin olarak yukarıya doğru tırmanışa geçtim. İyi yapışmıştım bu kerre. Sağ ayağımı çukurun üstüne atabildim. Ohlayarak, puflayarak kendimi yukarı çektim. Üstüm başım topraktan berbat olmuş ve biraz da üşümüştüm.

Arkadan tanıdık bir kahkaha tufanı kopuverdi. Bizim I. Bölük, II Takım tam ekip olarak oradaydı ve arkadaşım Özkan elinde çamaşırlarım, en önde gülerek bana uzatıyordu onları.

Asker arkadaşım Kadir İnanır

Lokale döndük neşe içerisinde. O günün hatırasına bir de fotoğraf çektirivermiştik. İnsanın tüm geçmişi, bugünü ve geleceğinin fotoğraflarla daha bir anlam kazanabileceği hususunda filozofik düşüncelerim vardı. Bir gün gelir yazıya dökerim diyordum. Belki de o gün gelmişti?

Bunları neden anlatıyorum?

Cicero "İhtiyarlık" adlı eserinde şöyle der :

«Ünümle hayatım aynı zamanda bitecek olsa, harpte ve sulhte geceyi gündüze katıp,
onca yükü üzerime alır mıydım sanıyorsunuz? İşsiz güçsüz, sakin, zahmetsiz,
mücadelesiz bir ömür sürmek daha iyi olmaz mı idi? Ama, bilmem nasıl, ruhum uzanır,
sanki bu hayattan ayrılınca nihayet yaşıyacakmış gibi, geleceğe bakardı. Evet,
ruhların ölümsüz olduğunu düşünmeseydi en değerli insan bile ölümsüz bir ün için didinip durmazdı.
Cicero - İhtiyarlık (Batı Klâsikleri), V. Basım/1992, sh.58-59.

Didünüp durmasın da ne yapsındı Agavni Nine? Yaşlanmuştu o da Marnos nine gibü; yalnuzdu evünde ama, peştembal dokuyup satmaktan başga çaresü de galmamuştu. Ciğara ve gaveden başka aluşganluu yoktu. Sanki yemek bilem yemiidu pencerede, köşesünde otururken.

          Türk kadunlar ağlamsu, Rum ve Ermenülerse tedirgün bakıniilardı dallarumun altunda. Cenazesü tekbürlernen getürülmüş ve şimdükü Hökümet Gonaa'nın yeründeki mezarlığa, Anafarta (eskü aduynan Feyzüye) Mektebü'nün yakununa gömmeye garal vermüşlerdü. Ve de gömüverdüler Navarin Gazisi Mirliva Tiryaki Hasan Paşa'muzu... Buraya kimler gömülmedü ki? Sadece müteveffanun olduu zannedülen bi mezaru kaldu gerüye... Oysa u'nun mezarunu gazup da yerine Hökümet Binası'nı gondurmuşlardı bilem!

Anafarta İlkokulu Bitişiğindeki Meçhul Mezar ve Çamlık Mezarlığı'ndaki Metrûk Kabirler
       

          Bu mezalluğun önünden Agavni Nine gibi, Marnos Nineler, Karakinler, Leonlar, Onnikler, Mıgırdıçlar, Paylonlar, Mariler, Dimitriler, Vasiller, Fotiler, Sotiriler, Poly Teyzeler, Hristo Amcalar, Eleniler ve nice Rumlar, Ermenüler ve Türkler her gün çoluk çocuk geçiilardı. "Dün sizün gibüydük; yarun sizler de bizüm gibi olucaksuz." dercesüne, Ünyelüler'e ibret vesügasuydu bu mezalluk. Nedense itibar etmiiuk mezalluklara. Ben göremiim ama sizler görmüşüüzdür. Elmaluk mezalluunu, şehitlerin gömülü olduu Çamluk mezalluunu.. virane olmuş diilar. İçleründe bi baltaya sahip olamayanlar da vardu, Paşa'lar da Kadular da Gaptanlar da Hatdatlar da; daha daha nicelerü... Unutmak mümkün mü? Ben unutabilii mum ki mazüyü, siz unutabilesüüz? Bu mezalluklarda eşguyalarun öldürdüklerü de cabasuydu.

            "Ertesi gün Hükûmetin önünde iki Rum eşkiyanın uzatıldığını görünce savaştan dönen Asker’in ne demek olduğunu anlamıştım. Çapraz bağlanmış fişeklikleri halâ üzerlerindeydi. Bellerinden sarkan el bombalarını kullanmaya vakit bile bulamamışlardı. Nasıl bir baskına uğramışlardı ki Laz başlıkları bile çözülmemişti başlarında. Cepkenleri, zıpkalarıyla yelekleri, yeni dikilmiş gibi pırıl pırıldı. Yumuşak çamurlu çizmeleri, boğum boğumdu.

            Arkadaşlarımdan öğreniyordum, bunlardan daha yüzlercesi vardı bu dağlarda. Köyleri bastıkları bir şey değil, kundaklayıp kaçıyorlardı. Neydi zorları hiç kimse bir şey bilmiyordu. Rum olmak Türk köylerini yakmak için gerekli bir neden olabilir miydi?" Rıfat ILGAZ – Sarı Yazma, 5. Basım, Nisan 1994/İst., (Sh. 79)

Ben de «Bir baltaya sahip olamadım. Bari kalıcı olayım diye  Cicero gibi düşünce, deneyim ve bilgilerimi gelecek zaman dilimlerindeki yaşayanlarla paylaşabileyim diye geçirdim aklımdan.

          Hikâyeyi de dağıtıverdik. Cemil Meriç diyor ki «Anladım ki aklına geleni yazmak yazı yazmak değildir.»

          Şu Akkuş'a geri dönelim isterseniz. Orada haram yemenin güzel çeşitlerine şahit olmuş ve düzenin çarklarına bilmeden çomak soktuğumdan, başıma gelmeyen kalmamıştı biliyorsunuz.

 Deneyimsiz bir Müdür'ün bu durumundan istifade etmek isteyen Muhasebeci geminin dümenini ele geçirmiş istediği rotaya yelken açıyordu. Bizler de bu rota üzerinde ister istemez rüzgâra karşı kürek sallamak gibi ters bir görev anlayışına sebebiyet verdik. İhaleler her ay normal seyrinde devam ediyor ve fabrikamız mamulleri olan kayın parke ile çam, lâdin ve kayın keresteler pazara arz ediliyorlardı.

Muhasebeci gelir durumuna uygun bir yaşantı sürdürmüyordu. Bizler en yakın ilçe olan Ünye ve Niksar'a minibüs ve midibüs gibi mutat vasıtalarla giderken, o özel taksi tutarak gidip geliyordu ve dönüşte çiçek, çikolata vb. birçok hediyelerle de çevresini hoşnut etmekten geri kalmıyordu. Kısacası malî sorunlarını aşmış gibi görünüyordu.

Ben yedek parça mübayaası için Samsun'a indiğimde bazen nakit sıkıntısı çektiğim olurdu. Bu gibi durumlarda bana sıkıntı çekmemem için keresteci şu veya falan beyefendilere uğrarsam istediğim meblâğı temin edebileceğimi de tembih etmişti.

Dediği gibi oldu. Devlet Malzeme Ofisi'nden alacağım malzemelere zam gelmiş ve bendeki nakitte yeterli olmamıştı. O gün işleri tamamlamak zorundaydım. Bahse konu kerestecinin yazıhanesine gittim ve durumu anlattım. Bana çok iltifat etti. İstediğim paradan daha da fazlasını kasadan çıkararak önüme bırakıverdi ve verdiğine dair herhangi bir senet ya da belge talebinde bulunmadı ve daha da lâzım olursa çekinmeden talep etmemi rica etti.

Hayret etmiştim.


Solda İlk Deniz İnşaiye Mühendisi Hacı Emin Caddesi

Hayret etmiim de ne yapiim yaa? Başbagan Ecevüt'ün 1. Cezaevü Affu'ndan önce 26 Mart 1972'de garşumdaki Gıluç Otelü'nden Ünye Radar Üssü'nde çalışan iki İngilüz ve bi Ganadalu teknüsyenü teröristler zabahın köründe gaçurilar da kimsenün gılı gıpırdami! Gözümün önünde bindürdüler minübüse; ordan da vınnn Tokat'un Almus gazasunun Gızuldere Köyü'ne gaçurmuşlar. Bu adamlar günlerce Ünye'de yatup galkdular da dövletümüzün isdihbaratu bunlardan habeldar olamadu; hayret!!! Ama soonadan işütdüüme göre arbedede gurtulan gişünün ajan olduunu söliilardı hemşerülerüm.

          Çok kötü günlerdü o günler. Millet sokaklarda rahat dolaşamaz olmuştu. Saf gençlerün elüne silah vermüşler; gelen geçenü durduriilar ve garşu görüşdense gebertene gadar döviilardı. Daha önce de dedüm ya atalarum gendü dövletlerünü hep gendülerü devürdüler. Bunu bilen gâvullar hep bizü içten böldüler. Savcı - solcu, alevü - sünnü, türk - kürt, lâyük - gökten dincü daa bilmiim necü!

          Gendü emellerü üçün cenazeleri bilem gullandular. Yüzlerce nümayüş gördüm ben bu dallarumun gölgesünde. Ama en ağuruma gidenü dövletüme baş galduran ve onu argadan vuranlarun gösterülerüydü. Depelerüne inüp altumda az ezmek istemedüm unlaru bilii musuz? Üzüntümden yapraklarum sarariidu...

Cumhuriyet Meydanı (Kavak Dibi)

Tarihî Çınar Ağacı

Her ihale komisyonunda hemen hemen üye olarak hazır bulunduğumdan, resmî olarak tutulan evrak haricinde karalama mahiyetinde notlar almayı âdet haline getirmiştim. Bir gün bu notların işime yarayacağına dair içgüdüsel bir kanıya sahiptim sanki...

1980 yılının Mart ayı idi ve yine mutad olduğu üzere bir orman ürünleri ihalesi daha yapılıyordu. Bu ihaleye genelde tüccarlar iştirak etmekte idiyseler de bu kerre Akkuş'lu Muhasebeci'nin köylüsü, sahtekâr bir nakliyeci de dahil olmuştu. İtiraz eden bulunmadığından kereste ihalesinde birkaç parti de bu kişinin üzerinde kalmıştı. Normal olarak ihale, komisyonca haddi lâyık görülmüş ve Genel Müdürlük'çe de ihale listesi onaylanmıştı. Bu durumda belirlenen müddet içerisinde geçici teminatın kesine çevrilerek, kesin satışın yaptırılması gerekiyordu.

O tarihlerde kereste fiyatları aşırı düşmüş ve bazı tüccarlar kesin satış yaptırmamışlardı. Satış Şartnamesi'ne göre devlet aleyhine bir fark doğarsa ilk alıcıdan fark talep edilmeliydi. Muhasebeci'nin köylüsü nakliyeci, kesin satış yaptırmadığı 3 parti Kayın keresteden dolayı yüklü bir fark ödemek zorundaydı ve bunu İdare'ye yazılı ve şifahî olarak bildirmeme rağmen hiç oralı olunmamış; işlem resmiyete konulmamıştı.


ORÜS Akkuş Kereste ve Parke Fabrikası

Bir çıkar söz konusuydu ve göz göre göre devletin kasasına anahtar uydurulmuştu bu şebeke tarafından. Plânlandığı üzere Müdür sabah ezanı vakti yıllık izne çıkmış ve benim haberim olmadan beni de yerine geçici vekil tayin ederek memleketine gitmiş ve sabahın köründe sahtekâr nakliyeci ve yandaşları da önceden satın aldığı mallara el konulmasın diye kerestelerini fabrikadan dışarı çıkarma yolunu denemişlerdi.

Müsaade etmedim tabi. Ve kasabanın Kaymakamı, Jandarma Komutanı, Askerlik Şubesi Başkanı ve birkaç ekabir kafaya alınmış; beni iknaya çalışıp, malların dışarı çıkarılması gerektiğini anlatmaya çalışıyorlardı. Durum Arap saçına dönmek üzereydi. Tam bir kumpas içerisindeydim. Şebeke tüm kasabayı etkisi altına almış; beni manen ve gözdağı vererek sıkıştırıyorlardı.

Karar verdim. Muhasebeyi, tüm anahtarlarını alarak kapattım. İhale evraklarının kaybolduğunu söylüyorlardı çünkü. Daha fazla delil yok olmadan Daireyi kapatıp; Ünye ve Akkuş'tan Ankara'ya, Genel Müdürlüğe yıldırım telgraf çekerek, müfettiş talebinde bulundum.

İşte o günler, hayatımın iftira yiyerek sancılı ve acılı yaşadığım en hüzünlü günleriydi. Bu yaşadığım üçüncü iftiraydı yaşamımdaki. İlk iftirayı ilkokul 3. sınıftayken İnönü İlkokulu'nda yemiştim. Üst sınıftan haşarı talebeler tuvaletleri tebeşirle yazıp kirletmişler ve İdare'ye benim adımı vermişlerdi. Hiç suçum yokken hocalarım kulaklarımı uzatıvermişti. İkinci iftirayı da lise 2. sınıfta Ünye Lisesi V-Fen A'da yemiştim. Sınıf mümessiliydim. Silgi yok olmuştu yazı tahtasından. Hocamız kim aldı deyince; yan sıradaki ailecek yakînen görüştüğümüz mahalle arkadaşım silgiyi benim, çantama sakladığımı söylemişti. Gerçekten de çantadan çıkmıştı silgi ve çok utanmıştım.

İftira, insanoğlunun yaşamında olgunlaşması için önemli bir dönüm noktasıdır. Yaşanan acılar, çekilen ızdıraplar ve içten yüreksi çığlıklar aylarca silinemez geriye bıraktıklarında.

Hazinedaroğulları (Süleyman Paşa) Sarayı

1830 (?) Yılında Yanmıştır. Günümüze Sadece Surları Ulaşmıştır.

U çığluklaru unitamiim hiç! Yukaruda da gördüüz gibü gorkudan sararup, donup galmuştum! Yıl 1830 (ya da daha ilerü bi tarih). Herkes yataanda uyii. Birden bağruşmalarnan uyandum. Yangun varrrrrrrrrrrr!!! diye bavuran saraydan dışaru fırlidu. İnanulur gibü değüldü. Benüm hayranlukla seyrettüğüm sarayum gözümün önünde yanup kül mü olucaktu şimdü? Alevler gittükçe böyiidu. Don, gömlek, şalvarlu, feslü, feracelü tüm saraylu sokaklara dökülmüştü.

          U zamanlar itfaye de yoktu. Tamamen ahşapnan kaplu ve de ahşap işlemelü sarayumuz rüzgârun da etküsüynen gısa zamanda alevlerün içünde galmuştu. Yangunun sebebünü öğrenemedüm. Her tarafum yanuk içünde, kir pasunan günlerce öksürdüm. Gözelüm sarayun sadece surlaru galmuştu gerüye. Ecdadumun eşsüz eserleründen birüydü.

Ünye İskelesi Sahilinin En Eski Resmi - Kayıklar ve Evler
Fransız Ressam : Jules Laurens (1825 - 1901) -  (14 Ağustos 1847)

http://www.inha.fr/images/bibliotheque/expo04/grande/eba2351.jpg

          Garadenüz Teknük Ünüversütesü'nün Mimalluk Fakültesü ilgülülerüne sesleniim. Bu ölmez eserü yenüden gazandurun gözel Ünye'mize, noluur! Sizler de bu esernen adunuzu ölmezlere çıkarursuz, bilii musuz?.. Sakun gorkmayun haa yapamicayuk diye! Datlu dilnen yılanu bilem delüünden dışaru çıkarur, ödenek almak içün gayret gösterücek ulan ilgülüler.

Yılanı mı? Yapma Eşkiya yaaaaaaaa! Ciddî olamazsın! Demek bana yılan tutmasını öğreteceksin öyle mi? Valla, hayret bi şeysin Mustafa. İyi o zaman yarın sabah sizin köye gidiyoruz. Hem de ailenin köydeki yaşamıyla da tanımış olurum.

          Mustafa sınıf arkadaşımdı. Çok mütevazi ve uyumlu bir arkadaştı. Nereden yakıştırıldıysa; Ünyeliler'in âdeti olduğu üzere Eşkiya lâkabı verilmişti sınıf arkadaşları arasında kendisine, ama bırakın eşkiyalığı, valla evliyâ gibi bir arkadaştı. Yanda gördüğünüz kardeşi Dr. Mürselin Güney de o zamanlar ortaokula yeni gidiyordu; biz lisedeydik.

          Ünye'den uzun bir yürüyüşten sonra, bir hafta sonu Saylan Köyü'ne vardık. Şirin, yemyeşil bir köydü. Gezdik, dolaştık ve sıra yılan yakalamaya gelmişti. Bayağı heveslenmiştim bu işe, meraktan da çatlıyordum. Mustafa stabilize taşlı bir rampa yoldan aşağı inerken yumruktan biraz daha büyük taşları kaldırıyor altında yılan yavruları arıyordu. Kısa zamanda buldu da...

          Mini mini yılanlar kıvrılıyordu taşın altında ve tuttu eliyle. Bana da tut dedi. Önce duraksadım ısırır diye ama sonra tutuverdim kuyruğundan ve de alıştım ardından. 40 yaşımdan sonra canlıları öldüremiyordum doğa sevgisi ve doğaya saygım nedeniyle. Bir ısırgan yaprağı koparırken bile duygulanıyorum. Çiçek ise koparamaz oldum. Eskiden kancaya canlı canlı iğneli (teke) balığı ya da yengeç takar, akşama dek balık avlardım sahilde. Ama şimdi?....

150 yaşuma geldüümde neslümün devamu içün yenü bir fidanumun
 böyümesine fırsat verdüm. Yoğsama yaşlanunca gövdemde çürümeler başlii ve açulan govuklar artuk gövdemü taşıyamii ve guruyup gidiim u zaman. Yenü nesül akul etdü de govuklarumu beton gatgulu malzemelernen doldurilar ve daha dayanuklu duruma getürüldüüm içün de daha fazla yaşama şansum olii. Zati bu yavrumu Dünya'ya getürmeseydim kimlernen gonuşcaktım kii.. Patlardum valla sıkuntudan.

          Yaşama ümüdüyüzü hiç yitürmemeyüz lâzum. Yoğsam guruyup gider ve adıyuzun da anulmaduu gün geldüünde tamamen ölüp gidersiiz işte! Ama ben bugün bu evlâdumu, benüm yörüyen canlu ruhum da aşşada gördüünüz yavrularunu besleyüp dovaya bırakmaya devam etdükçe gorkmayun siz.

          Cennet'te bilem "ALTUNDAN IRMAGLAR AKAN YEŞÜL AAAÇLARDAN" bahsedilii. Yeşüle sahip çıkun ve onu gucaklayun ey Ünyelü hemşerülerüm! Sarulun yeşüle. Beşükten mezara gadak aaçnan haşur neşür oliisuz. Yaşamuyuz boyunca yedibünbeşyüz gullanum yerü tesbüt edülen aacu sevün.

          Ben bu meydanda yalunuz galdum ama benüm yeryüzündekü ruhumu gezdüren bedenüm aülesüynen barabar bakun aşşada gördüüz gibü doğaynan nasul içüçe yaşiilar? Çünküm unlar aslunu unutmadular! Biliilar ki doğaynan bütünleşmek yaşamun özü; mutlu bir ömrün gereklülüü... Doağanun da kâinatun da bir canlu olduunu unutmayun heç!

Yedigöller/Bolu

Eşim F. Saliha ve Ben M. Ufuk Mistepe
H.Ü. Eczacılık Fakültesi

Kızım Elif Nihan
G.Antep Ünv. Kampüsü/Kiraz Ağacı

Oğlum Hüseyin Deniz

Unutmam mümkün değil tabi; çünkü bir yerden alıntı yaparak zihnime yerleştirmedim bu düşünceyi. Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılanlara göre kâinatta cansız bir yaratık olmadığı ifade olunmakta. Dağların, taşların ve diğer canlıların bile biz insanoğlunun anlamadığı bir lisanda Cenab-ı Hak'kı tesbih ettiğine dair Âyetler serpiştirilmiş Sûreler arasına.

           Gelin birlikte dalalım düşünce âlemine. Bir fil karnındaki mikroba fili tarif etmesini söyleseniz bunu başaramayacaktır. Fili görebileceği bir mekândan onu izleyebilmeli ki filin fizyolojisini size târif edebilsin. İnsanın midesindeki bakteri ve mikroplar da öyle... Kimi mayalanmayı gerçekleştiren faydalı mikroorganizmalar kimi hastalıklara sebep olan farklı mikroskopik zararlı yaratıklar.

          İnsanları bir mikrop gibi tasavvur edelim şimdi. Kâinat da fil misali şeklini tahayyül edemediğimiz canlı olsun. Bizim içerisinde bulunduğumuz Samanyolu Galaksisi de bu canlının faraza midesi olsun. İnsan kâinat içerisinde bir mikrop kadar küçülmüş olacaktır bu durumda. İşte bu mikrop kâinat içerisindeki diğer mikroplardan farklı olarak faydalı ya da zararlı bakteri olabilme seçeneğine sahip bir yetenekte doğaya gönderilmiştir.

          Eğer materyalistlerin dediği gibi "Hayatı bir mücadele olarak algılarsak" güçlünün güçsüze hâkim olduğu; zalimin mazlumu ezdiği bir ortamı tanımlarız. Halbuki yaşamı "Hayat bir yardımlaşma mücadelesidir" şeklinde yorumlarsak; o zaman güçşüze de yaşama hakkı verilebildiğini görürüz. Hayvanlar ve bitkiler âleminde zayıfın yaşama şansı yoktur. Ama insanoğlu felçli bir hastayı bile uzun yıllar sırf bu yardımlaşma güdüsüyle yaşatabilmektedir.

          O halde insan verdiği kararlarla ve eylemleriyle yararlı da olabilir, zararlı da... Aynen bakteriler gibi...

          Eğer hidrojen ya da nötron bombasını şuursuzca kullanırsa kâinat canlısının belki de midesini delecek ve kâinatın ölümüne, yani kıyamete neden olacak. Bir insanın bir organı çalışmazsa canlının hayatiyeti de normalin dışına çıkar ve ölüme kadar bu süreç devam eder gider.

          O halde gelin; "KÂİNATI DOĞASINA UYGUN OLARAK YAŞATALIM VE ONU DEĞİŞTİRMEK YERİNE, ONUN KANUNLARINA UYGUN BİR YAŞAM ŞEKLİNİ BENİMSEYELİM VE DOĞAYI, ATMOSFERİNİ, SULARINI KİRLETMEYELİM, CANLI NESİLLERİNİ YOK ETMEYELİM, CANLARA KIYMAYALIM, YAŞAMA HAKKINA SAYGI GÖSTERELİM."

          Ne dersiniz?

          Yoksa, kâinat canlısı yaşamını sürdürmek için doğa güçleri dediğimiz güçleriyle kendi canına kasteden bizlerden fırtınalarla, depremlerle, kasırgalarla, yanardağlarla, kuraklıkla, hortumlarla, ozon tabakasıyla, soğuk ve dolularla, çekirgelerle, hastalıklarla, sellerle, yıldırımlarla intikamını alacak ve doğasını değiştirmek isteyen insanoğlunu o bölgeden atmaya çalışacaktır.

Öyle bi çaturdama goptu ki anlatamam süze. Gulaamın dibünde patladu. Herkes evünden dışaru fılladu akşam vaktü. Yıldırumdan bahsediim tabi. Bakun dalumun gopuk halüne. Yakduu gibi kesüp attu dalumu da canum çok yandu bilii musuz?

          Atmosferünen yeryüzünün elektürük dengesünü gurmak içün bazan yerden göke bazan da gökten yere şerare atlamasu oliimuş. Yıldırım diilar işte buna. Ve o çok yügsek gerülümlü elektürük enerjüsüne garşu canlular ne yazuk ki fazla gorumasuzlar. Paratonerü buldular emme, gaçumuzda paratoner gorumasu var ki!?

          Gendüm içün sööliisam namerdüm! Aacu mecbur galmadukça kesmeyün. Yol bilem yapsanuz, ev bilem gondursanuz kesmeyün hemşerülerüm. Bi degor verün, evünüzü de yolunuzu da ona göre dizayun edün; ama aacu yeründen oynatmayun. Mümkünse her gördüyüz açukluuaa aac dikün! Benden dimesü; gerüsü süze galmuş.

          Atalarumuzun Orta Asya'dan taa boralara gadar geldüklerü yellerde ot bırakmaduklarunu göriince doorusu u gadar sinirlenüüm ki anlatamam. Geçdüümüz yeller hep çöl oliii. Kes babam kes; ha anasunu vur baltayu yaş aaca. Soonasunu düşünen yok. Orta Asya çöl oldu. Anadolu çölleşi. Terme sahilleründe bile başladu çölleşme. Fındukluklar arasunda hep gumlar oluşmaya başladu. Canlularun yaşaduu ortam bozuldu. İsterseyüz inanmayun...

Gerçekten de inanılır gibi değildi. Ömrümde bu kadar salyangozu bir arada gördüğümü hatırlamıyorum. Sabah erkenden kalkmıştım. Salyangozlar sabah çisesi ile birlikte fındıklıklar altındaki otlarda ya da taşlar arasında biten ısırganlar çevresinde ve yumuşak topraklı zeminlerde yemleniyorlardı.

          Kilosu önceleri 40 kuruştan toplanan salyangozları (ya da halk tâbiriyle sümüklü böcekleri) en son topladığımda 250 krş/kg'dan pazarladığımı hatırlıyorum. Elimde bir ipe bağlı teneke ve ısırganları ve otları aralamak için de bir fındık ışgını (çubuğu)... Nasibimi salyangozda arıyorum.

          Kimselere görünmeden Orta Yılmazlar Mahallesi'ndeki yüksek duvarlar içerisinde bulunan Çam ağaçlarıyla çevrili, aşağıda fotoğrafı görülen mimarîsi iki katlı Şahinbaşlar'ın güzel evinin bahçesine süzüldüm. Bizim ev fotoğrafın sol üstünde en arkadaki çatısı görülen kârgir Ermeni eviydi. Evin sağ duvar dibine sessizce yanaştım ve otları çubukla araladım. Salyangozlar sanki göç kuyruğundaydı. Topla topla bitecek gibi değildi ve sevinçten ağzım kulaklarıma varıyordu.

Avukat Mahmut, Harika ve Leman ŞAHİNBAŞ'ların Evi

            Teneke dolmuş ve salyangozları çabucak evin bodrumuna taşımıştım. Diğer bir boş teneke ile koştum sabahın köründe çamlıklı bahçeye. Başkaları görmesin diye dua ediyordum. Çünkü iyi para kazanacaktım. Salyangozları Tepe Mahallesi'ndeki bir satıcıya satıyordum. Hayli uzaktı evimize ama, kazanacağım paraları düşündükçe taşımak sorun olmaktan çıkıyordu.

          Açık alanda toplanacak salyangoz bırakmamıştım. Çubukla karıştırırken otları, birden toprak içerisinde salyangoz kabuğunun sırtını farkediverdim. Elimle yumuşak toprağa dalıverdim ve yetişkin bir salyangoz olduğunu gördüm. Başka var mı diye toprağı parmaklarımla eşelemeye başladıkça, sanki gömülü bir hazineyi ortaya çıkarır gibi salyangozların toprak içerisinde saklandıklarına şahit oldum. Yüzlercesiyle bir anda karşı karşıya gelmiş; "Aç tavuk kendini darı ambarında görürmüş" derler ya, aynen o özdeyiş misali darı ambarına düşmüştüm. İkinci teneke de dolmuş ve bahçede bulduğum paslı bir üçüncü tenekenin de dolmasına ramak kalmıştı.

          Zar zor taşıdım tenekeleri eve ve üzerlerine birer kapak koyarak yorgunluğumu gidermek üzere yatıverdim yatağıma. Yorulmuştum! Aradan iki saat geçmemişti ki babam aşağıdan gülerek bağırıyordu : "Seniiiii". Annemin adı Seniha idi ama babam "Seni" derdi. Annem merdivenlerden aşağı koşarak indi ve ağlamaklı bir sesle inmesiyle çıkması bir oldu yattığım odaya gelene kadar. "Yaptığını beğendin mi?" dedi. Ne olduğunu anlayamamıştım.

          Meğer salyangozlar hep bir araya gelerek, teneke içerisinde anlaşmışlar ve heyamola diyerek, tenekelerin kapaklarını açmışlar ve bahçeye çıkmak için evin duvarlarında yol almaya başlamamışlar mı? Yüzlerce salyangoz duvarlara tırmanma yarışında, düşünebiliyor musunuz? Geçtikleri yollarda da sedeften bir iz bırakarak tüm güçleriyle kaçmaya çalışıyorlar. O gün hayli para kazandım ama, çektiğim eziyeti varın sizler düşünün. Aklıma geldikçe halen gülerim. O koskoca tenekelerin kapaklarını nasıl açmışlardı? Hayret doğrusu!!!

          Yıllar sonra; doğayı korumak ve dengesini bozmamak adına salyangoz, kurbağa gibi hayvanların toplanmasının ve dışarıya satılmasının yasaklanması gerektiğinin ne kadar doğru bir karar olacağını düşünmüş, toprağımızın ve doğamızın denge unsuru olan bu hayvanları toplamakla yanlış yaptığımıza karar verdim; para kazanmak adına da olsa!!!

Çarşamba Günü Kurulan Halk Pazarı (Çınar Dibi)

http://www.geocities.com/unyehalkevi/

Para gazanmak ve aluş verüş içün esgüden meydanda pazar yerü guruliidu. Son senelerde gene gurulmaya başlandu. Bu pazallarun en önemlü özellüü, köylülerün taze taze yiyeceklerü (tabii yımırta hariç!) pazara getürmelerüydü. Galaylanmuş bakraçlarda gaymaklu yoortlar, içki şişeleründe sütler (bazan suynan garuşuk süte de rastlaniidu.) vazgeçülmezlerdendü.

          Galaylu sahanlarda çökelükler, peştemallar içünde melevcenler, ısurganlar, gazuyaklar, perzüler, sütlücenler, pancallar, gardilükler; güçcük gaplarda ve taslarda bövürtlenler, yabanü çilekler; iplere dizülü gurutulmuş gesdaneler ve elma gurularu, öbek öbek tirmütler ve güçcük sebetlerde barmak dutlaru, orta boy sebetlerde çizük çizük baldurcan incürlerüynen beyaz incürler görmeye deyerdü.

          Ama can erüü pek satilmiidu çarşuda. Çünküm az çıktuu uçun herkes yiterekten evünde tüketiidu. Biz de Asiye Teyzelerün bahçesündekü can erüünü çalmak içün hayvan damunun üzerüne çıkar; kiremütleri gırarakdan ve de daşlayarak rahmetli Celal'nen ceplerümüzü erüknen dolduriiduk.

          Turabzon Salnamelerü'ne göre esgüden hafta günü Cumartesüymüş; zannediim ki Cumfurüyetten soona Çarşamba gününe alundu hafta günü; her neyse! Köylülernen belaber el doguyucusu Ünyelü garular da peştemal, fanila, atlet, don, kese gibü göz nuru yerlü mallaru da satiilardı pazallarda.

          Gözel sebetler oliidu; aaaç gaşuklar ve kepçeler satiliidu. Çarşamba'nun köyleründen gelen Mecüt Amca; akrabalarunda (Mollaoğlu Mahmudun oğlu Daşçı İsiin'in evinde) galurdu gecelerü ve hafta günü gaşuklarunu, aaç havanlarunu satar gomşu pazar ilçelerüne devam ederdü gerüye galanlaru satmak içün. Oğullaru da Ünye'den Çömlekçü (Daşçu) İsiin'den destü, ibrük, gumbara, düdük, çömlek boru, işlemelü saksular, zoba künkü ve turşu küplerü alurlardu.

Babam bu turşu küplerini yaparken Kıble rüzgârının esmesini hiç arzulamazdı. Sıcak bir rüzgârdı Kıble ve çamurları hızla kuruttuğundan çömlekleri çatlatıverir, daha fırında pişmeden kullanılamaz hale getirirdi. Boraks hammaddesinden oluşan ve sır denilen çözeltiye batırılan pişmiş çömleklerin üzerine orta okuldayken renkli çizgi ve akıtmalar akıtırdık, tanesi 5 kuruştan. Kömüş (manda) boynuzuna renk renk boya doldurur, ucundaki kaz teleği ince borudan dönderilen çömleğe dikkatle akıtırdık boyaları. Boş zamanlarda çamurdan arabalar yapar ve çömlek fırınında pişirirdik. Çocuklar çok imrenirdi bu arabalara.

          Akşama doğru kırık küplerin deliklerini çamurla kapatır ve onları hava yastığı gibi kullanarak denize girer ve doyasıya yüzerdik Dereağzı sahilinde. Sonra da iyice temizlenip evimize döner; elime aldığım bir dilim ekmekle dut ağacına tırmanır ve leziz şerbetli dutlarımızdan yerdim. Bazen de silkeler ve incir yaprağından yaptığım sepetlere toplayarak onları da ebeveynlerime götürürdüm. Eskiden dut yapraklarından ipekböcekçiliği yetiştiriciliğinde bolca istifade edilirmiş Ünye'de.

     

          Ama bu dutlar meyve amaçlı değil, yaprak verimi bol olan yukarıda gördüğünüz bodur dutlardanmış. Son yıllarda ekonomik yaşama hareketlilik vermek amacıyla Tarım İl Müdürlüğü'nün desteğiyle ipekböcekçiliği yeniden canlandırılmaya başlanmış. Yalıkahvesinde sahil boyu minik sepetlerde satılan dutların letafetine doyum olmazdı. Hele Topçu İdris'in Ramazan Topu'nu patlattığı Tepe'deki bayırın dutları altındaki anılar bir ömre değer. Her bir yaprağında yeşilin tonlarına gömülüdür anılar orada. Böğürtlenlerin her bir boğumundaki tadımsılıkta saklıdır nostaljinin lezzeti. Hafta sonları yürüyerek çıkardık ailecek o güzelliklere; bazen de dağ çileği toplardık fındık dalları altında. Henüz araba tekerlekleri kirletmemişti geçtiğimiz yerlerdeki doğamızı...

 

Evet, daa arabalar felân icad edülmemüştü. Etrafumun yemyeşül olduu zamanlarda bazu meraklu çocuklar geliilar ve aruynan gelebek dutmak içün çüçeklere gonan bu hayvanlaru yakaliilardı. Hele bazu yaramazlar yok muydu? Tayyare böcünü yakalar, guyruna ip baalar ve salardı göke hayvanı gıçında ipinen... Yusufçuk da diilardı zavalluya! Bazusu mavü, bazusu gahve, bazusu da yeşüllü sarulu oliidu bunlarun. Dikenlerün ya da sivri uçlarun depesüne goniilardu. Azcuk iri ulanlaru adamun barmaanu ısıriidu ama acıtmiidu.

          Topraa bi çukur gaziilardı ve üstüne gırık camları örtiilardı ya da evden elek getürüp içine arularnan gelebekleri goyiilardı. Sözde içine çiçek de atup bal yapmasunu bekliilardı arularun. Çocukluk işte! Arular da çok gızduklarundan, fursatunu bulunca sokiilardu unlaru guyruklarundaki iğnelerüynen. Gendü canlarunu feda ediilardu amma, böylece hurslarunu  da aliilardı işte! Eve ağlayaraktan gittükleründe analaru iğnesünü çıkarur; unlarun sokulan yerlerüne acusu geçsün diye ya yovurt ya da inek boku süriilardı.

          Gelebeklerün narin ganatlaruynan uçup yapraklaruma ve top gibü çiçeklerüme gonmasundan u gadar hoşlaniidum ki sormayun. Bana akrabalarumdan haber getüriilardı uzaklardaku. Kimü yıldurumdan gırılıp hayatuna son verülmüş, kimünün üzeründen yol geçeceenden kesülüp odun yapulmuş, kimü yaşlanmuş ve govuu böyüüdüünden gövdeyü daşuyamamuş ve çürüyüp mevta olmuş, kimünün kelestesü makbul düye kesüp dooramuşlar, kimü de benüm gibi yalnuzluunda şu Angara'nun torunumun torunu Cumfuriyet Çınarlaru'nun yeşilliğiyle çevreledüü TMO Genel Müdürlüünün atılmış bi göşesinde, mesleenün en kötü günlerünü yaşayarakdan sonunu beklii işte!

Gumrular Sokak diilarmış! Doalarumun gabul gördüğü canlu ruhum şu anda uralarda nasübünü arii. Torunumla guşlar vasutasuynan alduum habellere göre insan bedenlü yaşamum, gördüğü haksuzluglar, üstüste gelen felâketler garşusunda gendünü rüzgâra gapturmuş bi yaprak misalü, galbü gıruk kaderine terkedüvermüş!

          Golay değül tabi! Bi ömür boyu dürüstlük uuruna çaluş, çabala; gelen omuzlaruna basa basa turmansun depelere, emeklülüün gelmüş, ne soran var ne de aruyan!!! Bi ev parasu bilem biriktürememüş. Kiralarda sürünii. Benim Dövletüm memurunu bööle yapucaktu he mü? Gafasunu sokucak bi dam bilem veremiycek mü tebaasuna?

          Yazuk, hemü de çok yazuk! Neden vatandaşun hırsuz, eşgiya olduunu şimdi anliim galüba! Dürüstlüünnen bi baltaya bilem sap olamiin işte gardaşım; özetnen bu!

          Ne demiş atalarumuz. "Dünya'da mekân, ahiretde iman." Bizü bu Dünya'da mekânsuz burakanlar utansunlar. Gendülerü sayusunu bilmedüklerü servetlerünü saymaknan meşgulkene, adunu bilmedüklerü bu insanlar sayesünde bu Devletün ayakta galduunu anlayacaklaru gün, ne yazuk ki geçmüş olcak hemşerüm!!! Bakalum gul hakku yemek neymüş, hep billükte görceyük!

          "Sabreden dervüş, çorbayu içermüş". Mı acaba? Ben pek inanmiim bu söze. Bu devürde çorbayu emek sarfedüp uğraşanlar deyül, din imanu unutup gul hakku yiyen, Allah gorkusu olmayan, münafuk kesimler içii... Tam bi asalak sınıfı bunlar! Melmeket meselelerü mü? Bi bokdan bile anlamiilar bilii musuz bu ikiyüzlü siyaset cambazları?

Anlamasına anlamıyorlar ama gene de Cumhuriyet neslinin eğlence mahallerinden olan Feyziye Mektebi (Anafarta İlkokulu) ile Saray Câmîi arasındaki tarihî mezarlığın olduğu yerdeki cambazların gösterilerini izleyen büyüklerimizin o tatlı anıları anlatırken gözlerindeki buğuları sezinlememek mümkün değil.

           

          Gerili bir halat ya da telin üzerinde arzı endam ederek nafakasını çıkaran bu insanlardan günümüzde ülkemizde yalnız bir Diş Hekimi olan ip cambazı kalmış. Neslinin son örneği. Osmanlı seyir ve temaşa geleneğinin nihaî temsilcisi. Ve ben onun hâtıralarında geçmişe dolanarak Çınar'ımın dibine kadar yorgun ve melûl uzanıverdim. O bir tarihi sırtında taşıyarak yerinde çakılı kalakalmış; bense iki ayaklarım üzerinde kadere boyun eğerek çakılı kaldım. Ne bir ileri ne de bir geri.

          Üzülmeyin ey sebatkâr bitki nesli! Yürüyemedik diye eseflenmeyin sakın! Şerefli gölgen altında sabah akşam  çıkar Dünya'sında yürüyen iki ayaklı şerefsizler gibi olup da nice nesillerin âhını almaktansa; benim gibi hak, hukuk ve idealleri uğruna bir ömür yitirip bu düzenin çarkları altında her zaman ezilmeye mahkûm mazlumları düşünüp  de şükür de! Çünkü kader bu tip insanları da senin gibi bağlamıştır kara toprağa...

          Sanma ki yürümekteler!!! Sürünüyorlar ve de tarihte olduğu gibi daima sürünecekler... Düzen böyle kurulmuş çünkü. Hayvanlar âlemi kanunları geçerli. Güçlü daima zayıfı ezmekte. Güçse para da, silâhta, nam yapmış sülâlelerde ve de çıkarda. İşte bunlar dürüstlükle elde edilemeyen unsurlar... Sen her ne kadar materyalistler gibi hayat mücadele değil, bir yardımlaşma mücadelesi desen de bu fikir bile o zalimlerin çıkarına çalışan bir felsefî düşünce haline geldi günümüzde anlayacağın!... Sen tatlı, acı anılarında; onlarsa faytonlarında yaylanacaklar mazilerine düşlerinde...

Hey gidim yaylu paytonlar. Nerdeysem 60 senedür görmiim paytonları. Altumdan şıkudak şakudak gidiilardı vakütlü vakütsüz. İnsanlar gurulilardı içlerüne bi çalım ki görme gitsün!  Sünnetlerde, düğünlerde gonvoy halünde süslü püslü gezellerdü cadde ve sokak aralarunda. Atlar biraz çelümsüzdü bakumsuzluktan; yorililardı yokuş arazülerü çukarken. Sokaa sıçmasunlar diye de gıçlaruna çuvaldan torba bağlilardı. Bazularunda da lasdüklü sukmalu gornalar, bazularunda küçük çanlar vardu. Varrrrrrrrrrt, varrrrrrrrrrrrt ya da çin çin çin diye bağrtturiilardı.

            "Ünye iskelesinde İstanbul’dan gelecek vapuru bekliyordum. Tellâl, Çınarlı kahvenin önünde Reşitpaşa vapurunun Samsun’dan hareket ettiğini, yolcusu, yükü olanın iskelede hazır olmasını bildirmişti. Vapur ikindiye doğru Fener’in uzandığı burundan görünmüştü. Ne vakit uzaktan bir vapurun geldiğini görsem, Coğrafya’daki dizi resimler gelirdi gözümün önüne. Birinci resimde sadece vapurun dumanı görünürdü, ufukta. İkinci resimde direkleriyle bacası sezilirdi, üçüncüde tüm teknesi…

            Vapur yaklaştıkça yolcuların gidip gelmeleri bile seziliyordu güvertede. Vapurun başındaki köpükler azala azala birden kaybolmuştu. “Funda” emrini veren kampananın sesini: tatlı bir poyraz, kıyıya kadar getiriyordu. Daha vapur demir atmadan ayrılmışlardı sandallar iskeleden. Vapurun merdiveni çoktan mayna edilmiş, yolcular indirilmeye başlanmıştı. (Sh. 109)

       

            Acenteye bıraktığı bavulunu aldık. Bir arabaya bindik. Millet Bahçesi’nin ordan yokuş yukarı vurduk. Atların zorlandığını gören paytoncu atlamıştı arabadan. Ağabeyimle ikimizin ağırlığında iri yarı bir adamdı. Dizginleri bırakmadan atları yerden yönetiyordu. “Deeh, imansızlar?” diye sesleniyordu atlara, “iki çocuk, bunun Kemali be! Boş arabayı bile zor çekiyorsunuz, kalpazanlar!”

            Kaldırımlarda sarsıla sarsıla ilerliyorduk. Ağabeyim bu yolculuktan hiç de hoşlanmışa benzemiyordu. Oysa ben ilk defa biniyordum Ünye’de paytona. Sarsması beni hiç ilgilendirmiyordu. Yaylıdan çok başkaydı bu paytonlar. Her ne kadar ikisini de, atlar çekiyordu ama kent işiydi payton… Önemli günlerde binilirdi Ünye’de. İşte böyle zamanlarda." Rıfat ILGAZ – Sarı Yazma, 5. Basım, Nisan 1994/İst., (Sh. 111). 1925'li yıllar böyleydi işte!

          Dallarumun gölgesünde dinlenürlerdü yemlenmek içün. İnsanlar kişnii zannederlerdü unlaru Arnavut galdurumlarda; ama bennen gonişiilardı canlaru sıkulunca. Gurbaç yimekten sırtlaru sızliimuş. "Halbumki dizgünlernen her ne istedüklerünü rahatluknan anlatabililardı. Gene de gurbaçlilardı işte! Azucuk entalpü yapup gendülerünü benüm yerüme goysalar bi daa tööbe edeller biliimun?" diilardı bana kişnüyerek. Ben de yapraklarumu hışurdatup hee diidum ve bi gaç daze yaprramu dökiidum yesünler diye aazlaruna...

             

Asker ağzının aranması ile başlayıp, bir karın ağrısı ve tuvalet hikâyesiyle insanın kaderiyle nasıl oynandığına değindik hikâyemize başlarken. Ve daldan dala nerelere geldik? Descartes'ın düşünce âleminden reankarnasyona, Akkuş kereste fabrikasından iftira boyunduruğuna, Bolu depreminden Ankara'da bir kenara itilip unutulmuşluğa ve daha neler nelerrrrrrrrrrr!...

          Devam etmek isterdim her hikâyeci gibi sonlandırmak için. Ama onlardan ne farkım kalırdı o zaman? Düşler âlemimizde herkesin kendince hikâyeleri vardır. Kurgunun son cümlelerini siz hemşehrilerime ve okuyucularıma bırakıyorum. Gönlünüzce The End yapıverin gönül gözlerinizde. Benim hikâyelerin sonuçları koyu renklerde reel Dünya'mı sardı ama sizlerin pastel Dünya'nızda rengarenk ışık hüzmelerinde, tatlı anılarla uçuşacaklardır yeşilliklere bir incir yaprağı gibi. Bunu hissedebiliyorum...

          Yaşam, Dünya'da bir satranç tahtası rolünde. Piyon gibi bir ileri bir yana itiliverdim yaşamım boyunca. Hiç atlamadım başkalarının üzerinden. Kimselerin omuzlarına çıkarak öne atılmadım. Ama sırtımda taşıdığım asalakların ağırlığından yeterince yoruldum. Yıllarca güllerle taltife zorlandım, o sözde galipleri. Kendilerini at, fil, vezir ya da şah zanneden zavallılar; keşke şunu bir bilebilseydiniz. OYUN BİTİNCE ŞAH DA, PİYON DA AYNI KUTUYA KONUR... Ya sonra?

Ve gader bizü daldan dala Çınar dibü Ünye düşleründe yalnuzluğumuzda bir araya getürdü gene işte. Benüm yörüyen ruhumu aldum govuumun içüne ve gövdemü ilelebet gapattum mazüye açulmamak üzere. Yenüden bütünleşmüştük sessüzlüğümüzde. Bakalum maazü bu Çınar'un altundan nelerü geçürecektü? İşte bööle gonuşarak saklanduk iç dünyamuzda Çınar dipleründe...

Hakkı yenmiş, haksızlığa uğramış, anlaşılmamış fedakârlıklarımız, yalnızlığımızı örten zırhlarımız
olamaz mı?
(Sh. 62) Konuşarak kendimi saklayabileceğim özel bir dil inşa etmiş olduğumu
nice zaman sonra fark ettim. Bu özel dilin şifresini hiç kimse çözemedi. Doğrusu bu dilin araçları
olan sözcüklerin arkasında duran kişisel varlığımı göremediler. Biraz dikkatlice bakılsa yaralı benliğimi kolayca görebilirlerdi. Ama sözlere güvendiler, inandılar. Sözün gerisinde sessizce duran, tüm saklanma, gizlenme çabalarıma rağmen, fark edilmek istenen yüreğimin gizini gözlerimden okuyamadılar.
(Sh. 57). (İnsana Yolculuk, Yaşam - Psikoterapiler - Siyaset, Prof. Dr. Cengiz Güleç, 215 sh. Ankara/2002)

Şu dallarumnan Ünye'nün mavülüklerüne baka baka ne furtunalara göğüs gerdüümü bi bilsenüz!!!
Ey Evlât!
Rüzgârın yönünü değiştiremediğin zaman,
Yelkenlerini rüzgâra göre ayarla.
Çünkü Dünya karşılaştığın fırtınalarla değil,
Gemiyi limana getirip getiremediğinle ilgilenir.

           Ümüdümüz yalunuz sizsüüz gençler. Esenlüknen galun aydunluk ufuklarun yeşüllükleründe...

THE END

Ünye Makaleleri Sayfasına  

Dönmek İçin TIKLAYINIZ

 

(Bu hikâyenin ilk oluşum cümleleri Kasım 2001'de Ankara'da damla damla yüreğimden akıverdi.)

 

YAZDIR