ANA SAYFA            
(Bu sayfa en son 12 Haziran 2005 tarihinde güncellenmiştir.)

 

 

YOL PARASI
UĞRUNA

Makale : Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU
(Edip, Muharrir, Tarihî Romancı, Yazar, Öğretmen)


Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU

YOL PARASI
UĞRUNA

(Makaleyi Gönderenler : Bekir ALTINDAL ve Bekir AKSOY)
(Zaman Gazetesi - 13.02.1997 Perşembe Yazıları Köşesi'nde Yayımlandı.)


TGRT Keşif Programı - Sunucu Yeliz Pulat 11.09.2001

            Benim için 1918 yılı önemli bir yıldır; tabiatı öğrenmeğe başladığım yıl olduğu gibi tabiatı kitaplarda anlatan okula yollandığım yıl olduğu için de önemlidir.

            Eylül ayında Mayıs ortalarına kadar sürecek bir zaman diliminde evden, sokaklardan, tabiattan ayrılıp adına okul dedikleri çocuklarla dolu bir dört duvar içine ilk tıkılışım o yılın Eylül'ünde başladı. Aklım hep sokaklarda, hep bağda tarlada olduğu halde okutuldum.

            Kızlı oğlanlı bir sürü çocuk, varsılı yoksulu bir arada, güzeli çirkini ayırt edilmeden alfabe öğrenmek hoştu hoş olmasına da benim çocuk iken bile serazat gönlüm başımın üstünde tavan, dört yanımda dört duvar kapalılığına katlanamıyordu.

            Biz o vakitler babaları evden ayrılır ayrılmaz sabahın saat kaçıdır düşünmez, ardımız sıra yapılan çağrıların birine bile aldırmaz, hemen sokağa dökülüverirdik. Sokaklar hürlük idi bizim için, akşamı gelmeyecek bir enine boyuna zaman idi; oyunlar, koşuşturmacalar, topaç döndürmeler, çember çevirmeler, uçurtmalar..

            Yaz ise en yakın havuzcukta yüzme denemeleri! Biz, çimmek derdik ve bazen yakın bahçe havuzları dar geldiği için heveslerimize daha büyük göller, havuzlar aramak sevdasına düşer, uzakça bağ içlerine yürürdük, karnımız acıkmadıkça da evi hatırlamak ve geri dönmek yok!

Esvap Çayı Kaynağı

Fotoğraf : Prof. Dr. Ali ÖZÇAĞLAR 1981 - 1982
Çaypınar Kaynağı'nda Çamaşır Yıkanması

Fotoğraf : Prof. Dr. Ali ÖZÇAĞLAR 1981 - 1982

            Allı yeşilli uçurtmaların göğün mavi boşluğunu yutarcasına uçuşundaki sonsuzlanma çırpınışına kapılmak bile yeterince bir heyecan olurdu. Oyunlardan birdirbirde üzerinden hiç atlattırmamak, uzun eşekte sırtına bindirmeme ustalığına erişebilmek, yağ satarım, bal satarımda hiç sopa yememek hep gözü açıklardan olmak, saklambaçta bulunamayan kişi bilinmek ve oyunu çığırından çıkarmak, kelmotakta attığını vurabilmenin keyfini sürerken çelik çomakta kocaman insanlarla eşit oynamanın gururuyla gerilmek ve meselâ körebe gibi bebek oyununda bile ebe olmamaya dikkat isteyen bir atikliğin sürekli hareketlilikleri hayatın taaa kendisi olarak yürek çarpıntılarını hızlandırırken sen git dört duvar arasına tıkıl, orada hareketsizleş, orada bağlan!

            Üstünde otururken bile sertliğinden sıkıldığın tahta sıraya esir, onun bağımlısı ol... Okul böyle geliyordu benim hürlük delisi çocuk gönlüme; hayattan kopmuş gibi oluyordum, tabiattan uzak yaşamaya mahkûm bırakılmanın sıkıntısını yaşıyordum. Bu yüzden de zil çalıp ders arası verildiği an, yaylanmışçasına, sınıftan ilk çıkan çocuk ben oluyordum, canlanıvermenin taşırdığı coşkularla hem de!

            Ve elbette sınıfta en son giren de  ben; süklüm püklüm, pörsümüş bir balon eğri büğrülüğünde... Hele sonradan taşındığımız, şehrin en yeni, en gösterişli okulu olan, adı İnönü iken belli bir tarihten sonra Hüseyin Gazi İlkokulu diye değiştirilmiş okulu, şehrin dışında ve bahçesi de birkaç tarla genişliğinde olduğu için benimsemiş, hemen sevivermiş idim; bu yüzden ders aralarında beni bulabilmeleri başlı başına bir mesele haline gelmişti.

Postahane Önü Bayram Kutlamaları

Zile Belediyesi Fotoğraf Arşivi

            Bahçenin en uzak, en son sınırında kavakların gölgesinde değil isem eğer, bana benzer bulduğum altı yedi çocuk ile, yumruk iriliğinde dikilmiş bir meşin topu var gücümüzle fırlatmacasına savurup değeni oyun dışı bırakan bir savaş oyununa dalmış olurdum muhakkak; o anlarda değil epeyce uzağında bulunduğumuz okulun zilini tabanca patlatsalar duyuramazlardı!

            Böylesi haşarılıkların birinde, sanırım birkaç aylık okullu da olmuş iken, yine zillere kulak asmamış, oyuna iyice ısınmış hırslarda kendimizi kaptırmıştık. Neden sonra okul görevlisi soluk soluğa geldi yetişti, oyunumuzu bozdu. Ter içindeydik, nefen nefese öfkelerde idik, kıpkırmızı yüzlerimiz nefret soluyordu; öyleyken görevli hepimizi önüne kattı, sürdü okula götürdü.

            Orada, okulun giriş kapısında başöğretmen, adını bile unutmadım, Tahsin Gültekin Bey, elinde bir metrelik kalın bir tahta cetvel ile bizi bekliyordu. Tahta cetveli ilk yirmi santiminden sımsıkı kavramıştı avucunda, kılıç kabzası kavrarcasına tutuyordu. Yüzü, uzuncaydı aslında, mosmordu ve yarış atlarının sabırsız hırçınlığındaydı, bugün bile görür gibiyim. Çocukları ayartanın, onları oyunda tutup sınıfa göndermeyenin ben olduğumu çoktan keşfetmişti, beni işaretle en sona bıraktı, ötekileri önünde sıraladı.

            Ve.. ilk vuruşu, en zayıfımız olan en öndekinin sağ avuç içine yaptı; vargücüyle kaldırdığı kalın tahta cetveli yine vargücüyle indirdi. Düz değil diklemesine vuruyordu, bıçak sırtı inişinde avucun etine binen tahta cetvel sırtı, bindiği yerden kıvılcım çıkartmadıysa da oturmuş bir kan morartısıyla avucu yassıltıyordu, çocuğun : "Vay anam!" diyen çığlığı kıvılcım yanışından daha yakıcı geldi bana, gözlerimi ürpertiyle yumdum.

            Sıra bana gelince o cetvel iki defa kalktı, iki defa indi; biri sağ avucuma öteki sol avuç içine.. sağ avuç içim yarıldı, sola, herhalde başöğretmen de dövmekten yorulmuş olmalıydı, cetvel daha az acıtarak oturdu.

            Dişlerimi sıkabildiğimce sıkmıştım; ötekiler gibi ağlayıp sızlanmadım. Hattâ başöğretmenin at yüzü uzunluğundaki öfke moru yüzüne dikili kalmışçasına gözlerim apaçık baktı, görebildiğim her şeyi kıpkırmızı gördüm, yeryüzüne kıpkırmızı ipliğimsiliklerde yağmurlar yağıyor gibiydi!.

            Şu son cümleyi yazarken çevirip avucuma baktım. Altmış yıl sonra altmış yıl önceki o cetvelin zemherisini görür gibi oldum, altmış yıldır silinemeyen bir beyaz izcik o yaranın kalıntısı olarak duruyor, acıyor mu acımıyor mu bilemedim. Acısını o günlerde birkaç gün, yara yerinin iyileşmesi bir hafta on gün süren o vuruşlardan kalma iz kertikleri kırmızıya kesmiş yağmur ipliğimsiliğinde!

            Parmağımı ize bastırdım, saklamak neye yarar, hâlâ acıyor, o günkü acısının geçmediğini sandım bir ara.. buruk, ağıdımsı, hıçkıramamış bir acı kalıntısı olanca zemheriliğiyle soğuyuverdi!

            Evde kimseye söylemedim, en çok babamdan sakladım. Söylesem boşuna bir şikayet olacaktı, biliyordum. Öğretmen, üstelik başöğretmen suçsuz olmayanı dövmezdi; dövmüş ise öğrenci sopayı hak etmişti yüzde yüz.. eti senin kemiği benim tesliminin güvencesindeydi öğretmen ve muhakkak ki vurduğu yerde gül bitiyordu...

            Öğrencisini dövecek kadar öfkelendirilen öğretmeni haksız bulmak, haksızlığın taa kendisi sayılırdı o günlerde ve öğretmenini şikayet eden öğrenci evde bir de anasından babasından dayak yerdi. Daha da ileri gidilir, çocuğu döven öğretmene ertesi sabah teşekküre gidenler bile olurdu.

Sakarya İlkokulu 22 Mayıs 1947 Perşembe

Foto Sami KOÇ - 2. Sınıf Hâtırası (Türkân Odabaşoğlu Akyunak No. 343)

            "Yeter ki okut! Bu çocuğu okut yeter ki, adam et hoca! Eti senin kemiği benimdir sokak iti olmasın da ne olursa olsun!"

            Okuyamamaktan yıllar yılı canı yanmış, dünyayı bilememekten ezik yaşamış olmanın olanca acısı birikmiş birikmiş birikmiş, bizim zamanımızda babaları dert küpü çaresizliğine dönüştürmüştü. Çocukları okuyup adam olsunlar, en azından onlar kurtulsun avuntusu bile nice ödünlere değiyor, okumanın değeri daha çok öyle anlarda kendini gösteriyordu ve öz çocuğunu, gözünde hep büyüttüğü öğretmene güvenlere sararak teslim ediyordu.. çocuk öyle bir değeri anlamıyorsa, anlatılmalıydı ona!

            Öğretmeni kutsal bilen inancın insanlarıydı onlar, öğretmenler de emanete hıyanet etmenn vebalinden çekinen erlerden idi, ana babalar çocukları için değil kendi gelecekleriyle birlikte çocuklarının yarınlarını zenginleştirecek ellerin öğretmenlerde olduğunu düşünür, onlara inanır, onlara güvenirdi.

            Onlar.. öğretmen idiler gerçekten! Sekiz on yıl sonra, ortaokul son sınıfında okur iken tarih öğretmeni bir tokat attı diye sıra arkadaşım okulu bırakıp eve gidince, arkadaşımın babası karakola şikayet edince, karakol şikayeti önemseyip işleme koyunca biz öğrenciler olduğu gibi babalarımız analarımız da şaşmış kalmış, dünyanın değişmekte olduğuna inanmışlar amma olana bitene yine de akıl erdirememişlerdi.

Kale İçindeki Necmi Muammer İlkokulu

Zile'nin Geçirdiği Yangınlardan Birinde Yanmıştır.

            Nasıl olurdu? Vurduğu yerde gül bitiren öğretmen şikayet edilir miydi hiç? Bir sıradan sokaktaki adam mıydı ki öğretmeni karakola götüreler? Karakol nasıl olurdu da öylesi şikayeti önemser, şikayetçiyi adam yerine koyardı? diye. Sonra ortalık karışmış, şaşkınlıklar sürüp uzamış, öğretmen binbir ricalarda araya girmelerle ancak kurtulabilmişti, özür üstüne özürler dileyerek hem de!

            Benim on sekiz - on dokuz yıllık öğrenim dönemimde başka bir dayak olayı hatırlamıyorum. Fakat falakadan beter o iki cetvel sırtı kanımı iliğimi dondurmaya yetmişti, avuçlarımda patlaması gözlerimi açmıştı.

            Dayak, hem de en acımasızlığıyla kapı arkasındaydı ve bağışlama nedir bilmiyordu. Avuç içlerim yandığı, yarılan sağ avucumun yarasını saklayamadığım için uydurduğum yalanlar utanç verici geldi bana ve bir daha öylesi utançlı durumlar yaşamamak için derlenip toparlandım; kendime çekidüzen verdim. Böylece hırçın ruhumun hürlüğe ardına kadar açık penceresini kapattım. Okulda artık tutsaktım, okumağa esirdim, öğretileceklerin kölesi olmaya yeminli mahkûm!

            Zor oldu elbette, ruhun kalıba alınmasındaki sıkıntı birkaç numara küçük ayakkabıya zorla sokulmuş ayaklarla yürümeye benzer.. nasır bağlayana kadar ruh yaraları, kansız acıların sızılarıyla işler gider!..

            Allah'tan ki o hafta içinde bir gece vakti, gece yarısı sabah alacasına sarınma saatindeyken sokağı ayağa kaldıran bir çığırtıyla başka türlü acılar ev ev dolaştı da ben kendimi yeni ruh kalıplanmamda unuttum, başka ve daha büyük acıların ezilişini düşünür oldum.

Sepetci Sokak

TGRT Keşif Programı - Sunucu Yeliz Pulat 13.09.2001

            Üç kapı ötemizdeki komşumuzun kocası tutuklanmıştı, jandarmalar gelmiş kapıya dayanmıştı. Sokak, Cumhuriyet dönemi öncesi jandarmaların değil; ama kolcuların böyle gece vakti baskınlarına alışık bir sokak olmasına rağmen yine de gulguleli heyecanlanmalardan vazgeçemiyordu.

            Birinci Dünya Savaşı yıllarının reji dedikleri Tekel tütün kaçakçıları ile içki kaçakçıları, şehir dışına çok yakın ve çıkmazları olduğu için bizim sokağımızda geceler, aynacılar denilen bahçesi yan sokağa da açılabilen evden sık sık yararlanırlar imiş. Bu sebepten de kolcularla kaçakçılar bu sokakta sık sık buluşur, tüfenk seslerinden sokak ayaklanırmış olur olmaz vakitlerde.

Reji Yıllarında ALTINDAL Ailesi Kepez Köyü'nde

http://members.lycos.co.uk/trafikftm/reji.htm

            Daha sonra orman kolcularıyla dağdan kaçak odun, kök, kütük kesip getiren yoksul köylüler arasındaki kaçma kovalamaca da bizim çıkmaz sokakta kıstırılıverirdi, kolculara kızar, yoksul köylülere acırdım, velâkin kestikleri de ağaçlar idi, kesile kesile tükenen ağaçlar...

            Ne var ki kışın insanlarını soğuğa terk edersen ortalığa kolcu salsan kaç para!. Hesapsız kitapsız adımlarının suçunu köylüye kentliye yüklemek kolay; o kolaylıkların zorbalar doğurduğunu bilemiyorsan kolcudan medet ummak ne için?

            İsmet Paşa'mızın başa geçiş günleriydi o günler; şakşakçıları aferincileri çok olduğu için o zorbalık günlerinin kefaretini savaş yıllarına yükleterek işin içinden sıyrılabilmek de o kadar kolay olmuştur, bugün bile lâf söyletmezler, Atatürk'e veryansın ettirilir de İsmet Paşa'nın adı abdestsiz ağızlara aldırılmaz.


Zile Halkevi Açılma Töreni - Cumhuriyet Halk Fırkası Halk Kürsüsü

            Anlı şanlı Reisicumhurluk çağının başlangıç günleri; padişahlık vaktinde olsa cülus bahşişleri dağıtılır; kandiller donatılır günler yani. Belki Ankara'da, İstanbul'da, şurda burda buna benzer donanmalar yaşanmış olabilir, bizim oralarda feryatlı figanlı günlere pek sık rastlanıyordu.

            Büyük acıların ezilişini düşünür olduğum o sabah alacası feryatlara uyanan komşular, ezandan önce candarmaları gördüler, bir de kirli uzun paçalı donuyla köy berberi zorbaların onbaşısını! Onbaşı adamın adı değildi, sanıydı, ben bile onbaşı diye hatırlıyorum öylesine adlanmış bir san idi.

            Feryatlara boğulan da karısı; dövünüyor, saçını başını yoluyor, üç candarmanın üçüne ayrı ayrı karşı gelmeye kalkışıyordu, çavuşa vurmaya yelteniyordu, fakat vurmuyordu. Kadının çığlıkları herkesi tedirgin etmiş, çoğunu galeyana getirmişti, olayın sebebini araştırmadan candarmalara ileri geri söyleniyorlar fakat hareketlenemiyorlardı.

Şehir Suyu Mecrası (Su Akan Yer, Kanal) Ameliyatından (Zile – 1909)

http://www.zile.gen.tr

            Kadının çığırışları akraba kadınları da etkiledi, onlar da başlayınca sabah alacası bile parçalandı denilse yeridir öyle bir hal oldu. Bu arada da köy berberi zorbaların onbaşının suçunun yol parası adıyla salınan vergiyi ödemediği, ödememekte ısrarcı olduğu, ısrarcılığının da karşı gelişe döndüğü gibi her biri ötekinden azgın suçları işlemiş olduğu anlaşıldı.

            Götürülecekti, hapse konulacaktı, ya da yol çalışmalarında kazma kürek çalıştırılacaktı. Yol Vergisi'nin tutarı altı liraydı, bununki katmerlenmişti, faizi de katmere eklenmişti elbette.

            Konu komşu baktı ki, başka yolu yok, birisi çıktı para topladı, ödeyip köy berberini kurtaracaklardı; candarma çavuşu olmazı bastırıverdi, para değil bu adam gerekliydi, istenen o idi, götürülmeliydi. Zaten toplana toplana da ancak dört lira toplanabilmişti, o da bin zorlukla; oracıkta verebilecek imkânlarını söyleyenlerin ağzından çıkanı toplayan biri : "Dört lirayı zor bulacağız." dedi.

1 LİRA - Tedavüle Çıkarıldığı Tarih : 25.04.1942

Bastırıldığı Yer : Bradbury - Wilkinson - İNGİLTERE

            İmkânsızlıklar diz boyuydu. Koca sokak dört liralık varlığıyla vergi suçundan götürülecek bir kişiyi kurtaramıyordu. Candarma çavuşu amansız bakıyordu, sabah gizliden gizliye aydınlanıyordu.

Sepetci Sokak

Fotoğraf : M. Ufuk MİSTEPE - 10.02.2003

            En yaşlımız usulca araya girdi. Candarma çavuşunu da gönendirir bir konuşmada : "Çavuş haklı!." dedi. "Çavuşa karşı gelinmez. Şu kadıncağızın durumu da yaralıca, kocası belli olmayan yerlere götürülüyor. Çavuş bu adamı akşama kadar karakolda tutarsa ben gider Sığırcık Şeyhi'ni görürüm.. Sığırcık Şeyhi böyle işler için vardır!

            Ne garip, candarma çavuşu da ılıyıverdi o anda; her halde dert dolu sabah sıkıntısından kurtulma sevincindeydi, ama saklıyordu. Berber umutlandı, karısı çığırtıyı kesti, akrabaları sustu...

            Vergi borçlusu, yol parası ödememe sonucu berberi candarmalar böyle götürdü.. ve evet Sığırcık Şeyhi'ne gidildi.

            Berber kurtuldu.

Şehir Suyu Mecrası (Su Akan Yer, Kanal) Ameliyatından

http://www.zile.gen.tr  (Zile –1909)
 

Zile Makaleleri Sayfasına  

Dönmek İçin TIKLAYINIZ

YAZDIR