ANA SAYFA            
(Bu sayfa en son 17 Ocak 2008 tarihinde güncellenmiştir.)

 

 

FİRAVUN
İMANI

Yazar : Tarık BUĞRA
Roman Adı : Firavun İmanı
TARIK BUĞRA – Toplu Eserleri 2 (İletişim Yayınları No. 981, 229 sh.)

Zile Ayaklanması'nda Âsiler Zile'ye Bu Kısımdan Girdiler.

Ulusal Savaşta Tokat - Halis ASARKAYA, Tokat Basımevi/1936, 159 sh.

FİRAVUN
İMANI

     

ZİLE İLE İLGİLİ BAĞLANTILARINDA
KİTABIN TANITIM ÖZETİ

ZİLELİLER'CE OKUNMASI GEREKEN BİR KİTAP

            Tarık Buğra, Kurtuluş Savaşı'nı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sorunsalını konu alan siyasal roman geleneğimizin Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Kemal Tahir gibi köşebaşlarından biridir. Ancak o, bu geleneğe hâkim olan millîci - modernist yaklaşımdan farklı olarak, bu süreci İslâmî - muhafazakâr referansları, duyarlılıkları ile yaşayan insanların açısından ele alır. Eserlerinin özgün  yani, bu kurtuluş – kuruluş sorunsalını küçük taşra kasabalarına taşımış olmasıdır. O nedenle Tank Buğra'nın romanlarında modern ile geleneğin, millîlik ile İslâmiliğin arasındaki girift çatışma ve gerilimlerin her düzeydeki tezahürleri, taşranın, küçük kasabaların sade, iddiasız insanlarının alabildiğine gerçekçi dünyalarındaki haliyle önümüze serilir. Modernist - millîci roman türünde olumsuz değilse bile edilgen, çoğu kez basmakalıp tiplemelerle temsil edilen halk, burada kurtuluş - kuruluş sorunsalının tüm iç çatışma ve sancılarını, aklında, vicdan ve inancında kendi yerelliğinin motifleriyle yaşayan, sahici insanlar olarak yer alır. Kurtuluş Savaşı'nı izleyen büyük dönemeçler ve dönüşümlerin, toplumsal gerilimler ve uzlaşmaların "halk" katından en yetkin anlatımıdır Tarık Buğra'nın romanları.

İane-i (iyilik) hamiyetten ahali ile müceddeden inşa edilmekte olan
Nasuh Paşa Câmîi Şerifi Ameliyatından. Zile – 1909
Alt Sağdan 2. Bekir AKSOY'un Babası Ethem AKSOY. Üst Sağdan 4. Müftü Hamdi Efendi.


Zile Belediyesi Fotoğraf Arşivi

FİRAVUN İMANI

            Firavun İmanı'nda Tarık Buğra, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluşu sorunsalını bu kez Sakarya Savaşı arefesi ve hemen ertesi dönem bağlamında romanlaştırıyor. Kahramanları yine "sıradan» halk veya dönemin ikinci, üçüncü plândaki kişilerini temsil eden tipler. Roman Mustafa Kemal'in tartışılmaz liderliği etrafında şekillenen Cumhuriyet'in kurucu kadrosu ve onun iradesine karşı, bizzat Kuva-yı Milliye hareketi içinden şekillenmekte olan millî - muhafazakâr hoşnutsuzluk, tepki ve muhalefetin şekillenişini konu alıyor. Bu tepki ve muhalefetin sonraki yıllarda Mustafa Kemal'i ve onun "devrimlerini" doğrudan karşısına almak yerine bunu bir anti - komünizm edebiyatı içine yerleştirilmiş imalarla ifade eden bir politik söylem tutturduğu bilinir. Bu bakımdan Firavun İmanı’nda millî - muhafazakâr tepki ve muhalefetin 1920'lerin Sovyetçi ve komünist sıfatlı tiplerine yönelik ve onların üzerinden ifade ediliyor olması, Cumhuriyet'in daha sonraki yıllarını haber veriyor.

Orgeneral Cemil Cahit TOYDEMİR
Devlet Mezarlığı/Gazi - ANKARA (1883 - 1956)


Fotoğraf : Orhan YILMAZ - 24.11.2004

Savaş İçinde Savaş

            Yunan - yâni istilâ ordusu - bir millet için, gerçi, düşmanların en korkuncu idi; ama düşman yalnız o değildi ve savaş yalnız onunla yapılmıyordu. Üstelik - tehlikesinin açık büyüklüğüne rağmen - savaşların en yürek paralayıcısı, en ürperticisi de değildi :

            Kandaki beyaz yuvarların, sağlam bir bünyedeki işleri hastalıklara, giren mikroplara karşı koymak, onları yenmektir. Ama öyle bir bozukluk vardır ki, bunlar birbirlerini yemeye başlarlar. Ölüme gidiştir bu. Türkiye işte bu durumu yaşamaktadır. Yaşamaları da, çökmeleri de aynı kadere bağlanmış insanlar ve gruplar el ele verip ölüme karşı direnecek yerde, birbirlerine düşmüşlerdir.

            Arada bir çırılçıplak açığa çıkan, ama çoğunlukla alttan alta bin bir biçimde sürüp giden bu iç didişmenin adını bulmak çok zordur. Bunların sebepleri ayrıydı, alanları ayrı, yönleri ve yöntemleri apayrıydı; ama eninde sonunda, hepsi de aynı akıl almaz, aynı akıl dışı, aynı barbar ve budala sonuca yardımcı olmaktadır.

            Sebep - veya ortak bir isim - aramaya girişirseniz, bunlara "fikir ve görüş ayrılığı" diyebilir, ama biraz eşeleyince, hepsinin temelinde de, pırıl pırıl vatan sevgisinin, bağımsızlık tutkusunun yattığını görürdünüz. (Sh. 29)

            Öyleleri de vardır ki, aynı kalıba dökülebilseler de, anlayışsızlıklardan, durumu kavrayamayışlardan ve bilgisizliklerden doğdukları besbellidir. Hoşgörüden ve uzlaşma yeteneğinden asıl yoksun bulunanlar ve dalaşmaya hazır olanlar da asıl bunlardır. Bunlar, kendilerine belletilen veya ilk karşılaşıp hemencecik benimseyiverdikleri çözüm formülü için, bu formülün peşinde, başka çözüm yollarına karşı da Yunan'a duydukları hıncı, öfkeyi ve kavga hırsını duyuvermeye hazırdırlar. Ve öyleleri de vardır ki, umutsuzluktan doğmakta, kendisine kapılanları "gününü - veya gemisini - kurtarmak" budalalığına düşürmektedir. Daha bir başkaları ise, düpedüz ihanetlerin veya kör tutkuların sonucu olmaktadır.

            Bu genel görünüş içerisinde Zile İsyanı, Ankara'ya gelen haberlerin ilki değildi; ama en düşündürücüsü, en korkuncu oldu. Onu günlük durumdan ve halkın içinde bulunduğu psikolojiden başka etkenler de hazırlamıştı. Alınan raporlar bunu açıkça gösteriyordu. (Sh. 30)

            Bu raporlarda, Fuat Zahir adında birinden sık sık ve önemle söz ediliyordu. Ayaklanmayı kışkırtan ve düzenleyen işte bu adamdı. Neyin nesi olduğu bilinmiyor, ama Frenk usulü ve pek güzel giyindiği, pek güzel konuştuğu, özellikle de, kandırma gücünün üstünlüğü belirtiliyordu. Konu, Meclis'in bir gizli oturumunda ele alındı.

            Yerli halk, seferberlikten kaçırılabilmiş canlı, cansız, elde ne araç varsa kullanarak, hiçbir şey yoksa denklerini sırtlayarak doğuya doğru yollara dökülmüştü. Doğu nerede bitecek, Türkiye nerede, artık yerim yok diyecek, bilinmiyordu. Meclis'in bir önceki oturumunda Kayseri'ye taşınma teklifi tartışılmıştı. Bu kalenin, Ankara'nın bırakılışını Türkiye'nin ve dâvanın bırakılışı sayanlar vardı. Bunlardan, Mustafa Kemal Paşa, belki de hayatının en güzel, Akif ile Hüseyin Avni de en sarıp sürükleyici konuşmalarını yaptılar; göçmekten vazgeçildi. Ama bu durumu değiştiremezdi. Nitekim, herhangi bir değişiklik de olmadı.

 Ata'nın Fahrî Hemşehrilik Belgesi

Mersin Gençler Yurdu 1338 (1922)

            Zile İsyanı işte bu hava ve bu ortamda konuşmaya açıldı. İlk ağızdan da, Sakarya'dan gelen öfke ve delirtici umutsuzluğun hışmıyla. “Ezilmelidirler.. derhal! Benzerlerini ve daha başka niyetleri sindirecek bir şiddetle mahvedilmelidirler!” gibi sözler söylendi. Yumruklar kürsüyü ve rahleleri gümletiyor, yüzler kıpkırmızı kesiliyor, dişler gıcırdatılıyordu. (Sh. 31)

            Ama, Erkân-ı Harbiye, âsilerin üzerine gönderilecek bir manga asker bile bulunmadığını söyledi. Bu suçlanamaz, hattâ üzerinde konuşulamaz gerçek Meclis'i donduruverdi. Sessizlik mezar sessizliklerinden de çarpıcıydı. Her şey bitmişti. Şimdi bitmişti işte. Haftalardan beri kafalarını yoklayıp durduğu halde açığa vurulamayan “son” yani bir ülke ve bir milletin düşüşü – evet - bu olmalıydı.

            Bu zamana kadar “çare”ler üzerinde konuşabiliyor, Kayseri'ye, daha doğuya göçmekten söz edebiliyorlardı. Ama, işte, doğunun da haritalardan silindiğini görüyorlardı, Doğu da yoktu artık.

            Çaresizlik ve çöküntü., daha da koyulaşamayacağı için, geçmeye başlıyor, yürekler ağır ağır. ama korkunç bir şekilde kabarmaya hazırlanıyordu. Mebuslardan birçoğunun yüklenecek, suçlayacak, mahkûm edecek bir şeyler, birtakım insanlar aradıkları belliydi. Az sonra Paşa'ya da, hükûmete de saldırmaya başlayacaklar, daha sonra da birbirlerine gireceklerdi. Tam Bolşevik'lerin ve mandacıların istediği andı bu. Ve Meclis darmadağın olabilir, her şey - hâlâ bir şeyler varsa - her şey bitebilirdi.

            Birdenbire, Hüseyin Avni'nin kürsüye fırladığı görüldü. Onu, Paşa'nın kararlı ve inatçı muhalifleri de sayar, hattâ benimser severlerdi. Salondaki sessizlik daha da koyulaştı ve mâna değiştirdi. Nefeslerini tutarak dinlediler :

            Hüseyin Avni, Kuva-yı Millîye'nin ilk günlerini hatırlatıyor ve böyle durumlarda silâh kadar, yola getirme kuvvetleri kadar iş gören öğüt verici, aydınlatıcı, uyarıcı heyetlerden örnekler veriyordu. Teklifini yaptı. Bölgeye, isyancıları doğru yola getirmek veya elden gelirse onları bölmek için çalışacak üç, beş arkadaş gönderilsin. (Sh. 32)

Zile Ayaklanması'nın Bastırılmasında Rol Alan
ve Madalya ile Taltif Edilen Amasya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Kurucuları

            Kendisi de gitmeye hazırdı. Bu yoldaki ölüm de şehitlikti.

            Bu arada, Hasan Basri, Şeyh Servet Efendi'nin etrafında yedi, sekiz mebusun toplandığını gördü. Az sonra da, bunlar birer, ikişer sıraların arasına dağıldılar. Çarklar dönmeye başlamıştı.

            Kürsüye Şeyh Servet Efendi geldi.

            Hüseyin Avni'nin teklifini mânâsız, boş, asıl önemlisi de, zaman kaybettirici buluyordu. Gerçekte ise, artık günlerin, hattâ saatlerin bile paha biçilemez değerleri vardı. Bu büyük gaileler böyle ham hayallerle giderilmezdi. Şeyh, bu arada, yaşanılan zamanın korkunç ve gönüllerin en kuytu bölgelerine sığınmış umutları da silip süpüren bir tablosunu çizdi. Hayallerde, her biri yedi başlı ve her başından zehirli alevler püskürten, tarih öncesi canavarları canlanmıştı. Şeyh son olarak, belki beşinci defa tekrarladı. Bu gaileler çocukça hayallerle giderilemezdi.

            O konuşurken, özellikle de, son sözlerini, sindirici bir öfke ile tamamlarken, salondan yer yer : ''Doğru, çok doğru!" sesleri yükseliyordu. Bunu söyleyenler de, Abdülgafur Hoca'nın haber verdiği toplantıya katılanlarla, az önce onların konuştukları mebuslardı. Ama Hüseyin Avni yeniden kürsüye çıktı. Türkiye'nin içinde bulunduğu tehlikeleri herkes biliyordu. Bu tehlikeler, 'muhterem Şeyh Efendi Hazretleri’nin insanı şaşırtan bir belâgat ile' belirttiklerinden de büyük olabilirlerdi. Bunları, yani Yunan ordusunun yürüyüşünü olsun, başkaldırıp arkadan vurmak isteyenleri olsun önlemenin yolu nedir? Bunlar nasıl yok edilebilir? Mesele buydu ve bu yolu kendisi de, bütün arkadaşları da - âcizane, ama en az Şeyh Efendi Hazretleri kadar - bilirlerdi. (Sh. 33) Ne çare ki, böyle imkânlar ve çareler yoktu. Başkaldıranların üzerine gönderilecek bir manga askerin bile bulunmadığını, işte az önce Erkân-ı Harbiye Reisi Hazretleri’nin kendileri söylemişlerdi. Gerekirse kendisi - Hüseyin Avni - de Şeyh Efendi Hazretleri’nin hatırlattıkları tehlikeleri sayıp dökebilir, hattâ bunlara çok daha ağırlarını ekleyebilirdi. Ama neye yarardı bu? Şeyh Efendi hazretleri, ileri sürdüğü teklife "ham hayal" ve "çocukça düşünceler" diyor, içinde bulunduğumuz tehlikeler bunlarla giderilemez, buyuruyordu.

            Konuşma öfkeli idi, alaycı idi; açıktan açığa meydan okuyordu. Hüseyin Avni, özellikle de, ekleyebileceği "daha vahim tehlikeler"i, üzerine basa basa söylüyor, birçok mebuslara, hiç değilse bir önceki akşam yapılan toplantıyı bilenlere Şeyh'in çalışmalarını ve tutumunu hatırlatıyordu.

            Bunu Şeyh Servet Efendi de tabiatıyla anlamıştı. Ama anlamazlıktan geldi ve oturduğu yerde başını manâlı manâlı sallamakla, bir de ona uygun biçimde gülümsemekle yetindi. Bu anlayışsızlığa ve bu vatan hainlerine vah vah'lanır, acır gibiydi. (Sh. 34)

            Bu durumda da, Meclis'e Hüseyin Avni'nin teklifine katılmaktan başka yapacak iş kalmadı. Hüseyin Salim, Kurtçalı Aziz, Mehmet Akif, Hüseyin Avni, Mehmet Şakir Bey ve efendilerin, gereklerini kendileri kararlaştırmak üzere, isyan bölgesine ve başkaldıranlarm üzerine görevli olarak gönderilmeleri kabul edildi.

Kendisiyle birlikte Mehmet Akif ve Kurtçalı Aziz'i, Hüseyin Avni teklif etmiş, öteki mebusları da Meclis seçmişti. Hüseyin Avni, Mehmet Şakir'i tanır, düşüncelerini çelimsiz, gelişmemiş ve yanlış bulmakla beraber, dürüstlüğünü beğenirdi. Buna karşılık, adaşının, Hüseyin Salim'in neyin nesi olduğunu, hele hele neler düşünüp neler istediğini hiç bilmiyordu. Bu iki mebus nasıl seçilmişti? Onları kim veya kimler teklif etmiş, kimler desteklemişti? O gürültü, patırtı içinde bunu anlayan olmadı. Halbuki bu noktalar ne kadar önemliydi. Bu beş kişi, pekâlâ ölümle bitebilecek, çok çetin durumlara birlikte düşecekleri bir işe girişiyorlardı. Birbirlerini ne kadar iyi tanırlarsa, elbet, o kadar iyiydi. (Sh. 35)

            Hüseyin Avni yatıştırdı onu :

            “Ben ve arkadaşlar sizin heyette bulunmanızı niçin istedik efendim? Bildiğimiz, tanıdığımız, güvendiğimiz için değil mi? Kurtçalı için de böyle olmadı mı? Hangimiz isterdik aramızda Şeyh Servet Efendi veya bir yakınının da bulunmasını? Peki, üstadım efendim, bu Hüseyin Salim Bey hakkında bir bilgimiz var mı? Onu aramıza kimlerin kattığını da bilmiyoruz. Belki kendisi benden, hattâ sizden de inanmış bir vatanseverdir.”

            Nitekim Çolak Salih'in getirdiği haberler hiç de iç açıcı sayılamazdı;

            Hüseyin Salim'in değiştirilmesini istemek, Hüseyin Salim'in yolda veya Zile'de sebep olabileceği - önceden iddia edilemez - zararlardan çok daha fazlasını verecekti. Konu Meclis'e götürüldü mü, Şeyh ile avanesinin koparacağı cümbüşü seyretmeliydi.

            Allah'a sığınarak yola koyuldular. Hüseyin Salim hepsine, özellikle de Akif'e Ankara'dakilerin göstermedikleri veya unuttukları şekilde kibar ve saygılı davranıyor ve her zaman olduğu gibi susuyordu. Zile'ye kadar da böylece gitti bu. (Sh. 36)

Tevsian Küşat ve Ekmekçiler Arastası Namı ile Yâd Olunan
Cadde-i Umumi Manzarasından (Zile –1909)

http://www.zile.gen.tr

Zile'de Bir Adam

            Fuad Zahir takma adıydı. İstanbul'da ihtiyar anasının evinde bir köşeye tıktığı kimliğinde Ali Yusuf yazardı. Babasını tanımamıştı. Anası da hiç söz etmedi ondan.

            Yakınlığının ne olduğunu bilmeden ve hiç de öğrenemeden, "amca" dediği bir adam görürdü çocukluğunda. O yerleştirmişti kendisini Mekteb-i Sultanî'ye.

            Sonra?..

            Sonra ortadan kaybolmuştu amca. Anasına da uğramaz olmuştu adam. Ve Yusuf, on iki yaşma bastığı sıralarda, bir tatil gecesi - ne ses ne gürültü - uyanıverdi ve, birdenbire, birisi kulağına fısıldamış gibi, piç olduğunu, zengin ve sayılan amcanın amcası olmadığını, genç ve güzel annesini kapattığını anladı.. bildi.

            O geceye kadar uysal, geçimli, kendine güvenen, elinden gelen yardımı hiç kimseden esirgemeyen bir çocuk, çalışkan bir öğrenciydi. Değişti. Ama değişiklik birdenbire olmadı; yavaş yavaş., bu yüzden de kesin, köklü :

            On beş yaşma bastığı zaman Ali Yusuf artık yanlış kopya veren, kopya yapmakta olanları öğretmene hissettiren, iftiracı, ustaca çamur atan, alttan alta fitne kaynatan, sinsi, ama hır çıkartmaktan da çekinmeyen, dişi geçerse hart diye ısıran, geçmezse yaltaklanan ve daha kuvvetliye ezdirtmek için dolap çevirebilen., yakışıklı, erkek güzeli olmaya aday bir oğlandı. (Sh. 37)

            Çamur atmayı bir öğretmene kadar vardırıp da yakalanınca okuldan kovuldu.

            Zekâsı bir ölçüye göre, yazıp konuşma yeteneği bütün ölçülere göre üstündü. Kendisini, elinde bavulu, kaldırımda bulunca, dünyada yapılabilecek haksızlık ve gaddarlıkların en büyüğüne uğradığını düşündü; dişlerini gıcırdattı. Bu da, onun bütün dünyaya ve erdem adına ne varsa hepsine karşı savaş açışı oldu.

            Açtığı savaşta sırtının yere gelivermesini önleyecek kuvvetleri vardı.

            Her şeyden önce, acıma nedir bilmiyordu. Sonra, fırsat kollamasını biliyordu ve tekme yapıştıracak, çelme takacak zamanı, içgüdülerin şaşmazlığıyla seçiyordu. Bunlar kadar önemlisi de, herkese karşı ve her durumda, bütün ilişkilerde sevimli görünebiliyordu. içini saklamasını, öfkesini, kinini, kararlarını ulaşılamaz derinliklere gizlemesini beceriyordu. Hem de iyi. Sevmek, inanmak, bağlanmak gibi şeyler, acımak gibi, defterinde yoktu.

            İlk kararını da hemen o anda verdi. Anasının yanına gitmeyecekti. Belki de anasını.. piçliğini öğrendikten sonra., çok daha fazla seviyordu; savaşı, belki de, onun adına, onun öcünü almak için açıyordu. Ama bunu hiçbir zaman kesin olarak bilemeyecekti; zira bütün kapılar duygulara kapalıydı.

            "Amca"nın cömertçe verdiği.. ve gönderdiği harçlıklara hiç dokunmamış, üstelik onları sermaye gibi kullanmış, kat kat artırmıştı. Üst sınıflardaki öğrenciler ona artık Yasef diyorlar veya doğrudan doğruya "Yahudi," diye çağırıyorlardı. Yusuf ise punduna getirip getirip onları da tırtıklıyordu. Bu işe yatkın - dehaya yakın - bir kafası vardı; sevimliliği, en ağır şakaları, hattâ horlamaları umursamayan bir tatlılığı da işini kolaylaştırıyordu. (Sh. 38)

            Hafta başlarındaki, çocuklar harçlıkları ile geldikleri zamanlardaki : "Ağabey" veya "Küçük" diye başlayıp da; "yirmi para" veya, yerine ve adamına göre, "bir kuruş versene!" deyişlerinin aslı anlaşılıncaya kadar ne liralar toplamıştı!..

            Bu işi kantinin veya sokakta, parmaklıklar ardındaki satıcıların önü iyice kalabalıklaştığı ve vaktin daraldığı sıralarda yapardı. Elinde de bir mecidiye, hattâ gıcır gıcır bir kayme bulunurdu.. Bozuk parası yokmuş ve bozduramıyormuş gibi.

Öküz ve Kağnı Resimli 1 Türk Lirası

Üzeri Gazi Atatürk El İmzalı / Osmanlıca - Fransızca

            On para., yirmi para., hattâ kuruş... Üstelik borç da olduktan sonra, ne önemi vardı? Ama Yusuf onları geri vermiyordu ve "damla damla göl olur" sözünü sadece öğrenmekle kalmamıştı. Herkesten ayrı bir yanı da, istemesini bilmesi, becermesi ve istemeye razı olması idi.

            Ama asıl kazancını satışlarla faizcilikten sağlamıştı.

            Hafta sonu çıkışlarında, çarşıdan kantinde bulunmayan bir şeyler getirir, hafta ortasında, yatılı hayatın ağırlaştırdığı günlerde de onları şöyle bir ucundan gösterirdi. Müşteri seçmesini iyi bilirdi; kimin imreneceğini, kimi nasıl imrendirip özendireceğini de iyi biliyordu. Tıpkı "psikolojik anlar"ı bildiği gibi. Meselâ, "büyük etüd"ün bezdirdiği, can sıkıntısından bunalttığı sonlarına doğru girişiyordu işe. Peşin para da önemli değildi onun için. Yeter ki bir garanti gösterilsin.

            Ve eşya, ıvır zıvırlar dahil, onun elinde çekicileşir, çocuklara, alınması gerekli şeylermiş gibi gelirdi.

            Bütün bunları nereden öğrenmiş veya nereden getirmişti? Allah bilir. Sonradan ona "Kedi Yasef" de diyeceklerdi. Bu lâkabı takan kimse, kedileri herhalde iyi tanıyan birisi olmalıydı. Kedide nasıl korku denen şey yoksa, kedi nasıl derhal korunma durumuna geçer de kaçmayı düşünmezse, o da öyleydi ve öyle olacaktı; kedinin korunma ve saldırıya geçme üslûbu ile... (Sh. 39)

* * *

            Paranın değer ve mânasını hesaplayacak ölçüyü çabucak buldu. Cebindekiler okulun üç aylık taksidini karşılayabilirdi. Doğru Tepebaşı'na gitti: Brüksel Oteli'ne girdi. Bir oda tuttu. Birazını yanına aldıktan sonra, kalan paralarını kasaya yatırdı. Bunu yapmakla, yaşı yüzünden duyulacak kuşkuyu da gidermiş oluyordu. Durumunu da açık açık söyledi. Ama minicik bir değiştirme ile. Temelli değil, geçici olarak kovulmuştu okuldan.

            Gençlikti işte ve gençlikte her şey olurdu. Otelin kâtibi ile muhasebecisi, bıyıkları yeni yeni terlemeye başlayan bu cana yakın ve yakışıklı delikanlı adayının ardından sevgiyle gülümsediler.

            Bu dönem boyunca sabah kahvaltılarında da, öğle yemeklerinde de çok hesaplı, çok titiz davrandı; meteliklerini kıskandı. Ama akşamları hiç sektirmeden hep Degustasyon Lokantası'na gitti. Okulda, büyükler, bu lokanta için ne hikâyeler anlatırlardı :

            Perşembe akşamları, şöyle tam büyük adamlar gibi kurulup bir, belki de iki duble bira içmek için oraya giden "ağabeylerden, ün salmış edip, şâir ve gazetecilerin orada yemek yediklerini öğrenmişti. Onlar, bu ünlülerin huylarını, şekil şemaillerini, hattâ konuşmalarını anlata anlata bitiremezlerdi. Degustasyon'u seçişi bu yüzdendi. (Sh. 40)

            Nitekim bu ünlüleri o da gördü ve Cenaplar, Recaizâde'ler, Nazım'lar, Sîret'ler onu da heyecanlandırdı. Ama Yusuf, "ağabeyler"den fazla olarak, bunlara sokulmasını, kendisi ile ilgilenmelerini başardı: Okulda hiç uğraşmadığı halde, şimdi işi gücü Fransızca şiirler ezberlemek, hattâ "fâilâtûn, fâilâtün, fâülün"ler karalamak olmuştu. Bunların kiminde Namık Kemal kesiliyor, kiminde Tevfik Fikret'leşiyor ve daha yenilerden birisi oluyordu. Baudelaire'i, Verlaine'i estirmeye kalkıştıkları da vardı. Sonunda da umduğunu buldu :

            Recaizâde ondan, önce bir dergi için çeviriler istedi, sonra da küçük gazetelerden birisine kapılandırdı. Haber taşıyıcı olarak çalışacaktı. Yıl dolmadan parladı, o günlerin en büyük gazetesine atladı.

            Haber kaynakları, başlangıçta berberlerdi, garsonlardı, kahveciler ve arabacılardı; ama dişli politikacılara hizmet eden, öylelerini taşıyan, tıraş eden berberler, garsonlar, kahveci ve sürücüler.

            O politikacılar ve o işadamları da herkes gibi konuşuyor, başarıları ile övünüyor, başarısızlıklarının derdini, sebeplerini, özürlerini sayıp döküyor, yapmayı tasarladıklarından söz ediyorlardı. Ali Yusuf ise bir rastlantıyı değerlendirerek anlamıştı ki, en rahat ve en çok konuşulan yerler de, berber dükkânları, lokantalar, kahvelerdir. Ve arabacılar, garsonlar, berberler önemsenmezler, hattâ fark edilmezler.

            Böylece, Ali Yusuf gazetesine şaşırtıcı haberler getiriyor; ama kaynaklarını da titizlikle saklıyordu. Derken Ali Yusuf basın Bâb-ı Âli'sinin değil, devlet adamları, politikacıları ve büyük tüccarları ile bütün Bâb-ı Âli'nin ilgi konusu olup çıktı. Anlamışlardı. Karşılarında işini domuzuna beceren ve yaptığı işin korkunç kuvvetini bilen birisi vardı., acayip birisi.  (Sh. 41) Acayip, çünkü, şimdiye kadar görmedikleri ve kırk yıllık gazetecilerde bile rastlanmayacak biçimde, beklenmedik işlere, şantajlara ve kastı açık yalan haberlere yatkındı. Bunlara elverişli durumların kokusunu hemencecik alıyor, sinekten yağ çıkartmasını biliyordu. Üstelik, çevrilen dolaplardan da zedelenmeksizin sıyrılmasını beceren bir o oluyordu.

            Hele Meşrutiyet günlerinde başyazarları bile bastırdı, onlardan da önemsenir oldu. Ortaya düşünceler, görüşler atmıyor, yorumlara girişmiyor, halka yön vermeye kalkışmıyordu. Makale ve fıkra yazarlığını, ısrarlara rağmen üstüne almadı. Tıpkı okulda öğretmenine olduğu gibi, şantajı patronlarına ve başyazarlarına karşı da kullandı. Ama bu sefer kuyruklarını sımsıkı yakaladıktan, dalavereleri belgeledikten sonra. Böylece de gazetenin, bir bakıma, hakiki sahibi o oldu. Bütün haberler Ali Yusuf'un elinden çıkıyor, ona göre değerleniyordu ve en önemsiz görünenlerinde bile bir maksat bulunuyordu.

            İşte o Meşrutiyet günleri Ali Yusuf'un hem en parlak ve para içinde yüzdüğü dönemi, hem de doruktan aşağı, tepetaklak yuvarlanışı oldu.

            Başa güreşen politika ve işadamlarının hemen hepsini haraca bağlamıştı. O da bunların hepsi için çalıştı; ama aynı zamanda hepsinin aleyhine de çalıştı. Ne zaman karşıya geçeceğini, yumruğu ne zaman çakacağını da, ne zaman omuz vereceğini de biliyordu.

            İlişkiler kurmanın da ustasıydı. Ne var ki, her ilişkisi ona iki düşman kazandırıyordu ve bu düşmanlıklar da yaptığı iş ne kadar önemli, kazancı ne kadar büyükse o kadar korkunç, o kadar büyük oluyordu.

            Kendisi de bitirdi bunu.. başından beri; ama korkmazdı. Üstelik kendisinin değil, kendisini saldırtanlarla saldırdıklarının korkması gerektiğine inanırdı. Doğruydu da bu yorumu; çünkü elinde bir belgeler dağı toplanmıştı. Ve bunları ona işte o düşmanları veriyordu., onlar vermişti. Yazmaya kalkışsa, hâtıralarının her yaprağı bir altın getirirdi. (Sh. 42)

            Ancak düşünmediği, hesaba katmadığı bir nokta vardı. Kendisini mest eden, krallaştıran kuvvet, artık kendi başını yiyecek kadar büyümüştü. Çekinmezliği ve güven duygusu gafletin sınırlarını yokluyordu.

            Bir gün., nasıl oldu? Nasıl başlayıp nasıl gelişti? Kendisini, farkına varmadan, genç bir Rum kadının âşıkı ve sevgilisi olarak buluverdi. Kadın da, aşağı yukarı Ali Yusuf'un yaptığı işi yapıyordu. Ve, aslında, onu başına, düşmesine sebep olduğu İçişleri Bakanı sarmıştı. Adamın öcü korkunç oldu ve Ali Yusuf yumruğun kimden geldiğini ve nasıl indiğini ancak yıllarca sonra anlayabildi. Ama neye yarar? Ali Yusuf mesleğinden olmuş, daha sonraki İstanbul hayatında tiksinilen adam durumuna düşmüştü.

            Evi yandıktan - yâni, o Rum metresi tarafından yakıldıktan - sonra, bütün silâhlarını - ve askerlerini - kaybetmiş olarak İzmir'e kaçmak zorunda kaldı. Artık sadece parası vardı., yığınla para., ama yalnız para. Sıfırdan başlayacaktı ve geçmişi parayı sıfırdan başlamak için önemli bir koz olmaktan çıkarıyordu. Niyeti İstanbul'daki işini sürdürmekti, İzmir politika açısından sönüktü. Ama piyasası büyüktü ve dalavereci Rumlar, Yahudiler, Levantenlerle doluydu; yâni, bir bakıma, Ali Yusuf için biçilmiş kaftandı. Kolları sıvadı. Bir basımevi kuracak, gazetesini çıkaracaktı. Ama olmadı; vazgeçti, bütün düşüncelerini silkip atıverdi. Küçük veya büyük çapta, ama mutlaka dürüst, namuslu bir işadamı olmak hırsı bütün benliğini sardı. Ali Yusuf aşkı tadıyordu. İzmir'e gelişinin üçüncü haftası idi. Onu okuldan iyice tanımamış, sadece zekâsını ve ilk dönemdeki güzel halini hatırlayan, kovuluş hikâyesini bilmeyen, gazeteciliğinden de yalnız ününü işiten birisi ile karşılaştı. İzmir'in varlıklı ve soylu ailelerinden birinin tek erkek çocuğu olan Ulvi Cihat, ölen babasının işlerini çekip çevirmeye, toparlamaya çalışıyordu. Okul arkadaşını çek iyi karşıladı; evine ve sofrasına aldı. Küçük kız kardeşi Nemika ile tanıştırdı. (Sh. 43)

            Bu tanışma gerçek bir dönemeçti ve Ali Yusuf daha ilk karşılaşmada içinin titrediğini duydu. Artık Ulvi Cihat'ın evinden ayrılışlarında, İzmir gecelerine yepyeni duygular taşıyor, bunlara isim takmak için tatlı tatlı uğraşıyordu. Çok geçmeden cümleyi buldu :

            "Nemika'yı seviyorum ve sevdiğim için mutluyum."

            Ali Yusuf'un evlerine gelişleri çoğalıp sıklaştıkça, görünüşünün ana çizgileri zerre kadar zedelenmeden, duygu perdeleri aralanmaya başladı. (Sh. 44)

            Parlak bir törenle nişanlandılar.

            Kazançtan çok daha fazla hoşlandığı, ama sebeplerini bilmediği ve bilmek istemediği kinlerin, öc alma hırslarının, "mahvetme" saplantılarının bataklığından, "kötülük" bataklığından tertemiz bir halde sıyrılıp çıkma çabasına - bütün gücüyle - kapılıp gitmişti. Bunu da başarabileceğini sanıyor, başarabileceğine inanıyordu.

Ve - doğrusu bu ya - dolap çevirmeye, şantaj mesleğine ne kadar yatkın, ne kadar elverişli idi ise, bu yeni konusunda da öyle olacağa benziyordu.

            İzmir'e getirdiği düşünce ve plânlardan, bıçakla kesilmişçesine koptu. Ulvi Cihat'tan kolayca kaptığı püf noktalarına dayanarak tütün ve pamuk piyasasında çalışmak için yeni bir düzen kurdu. Daha ilk girişimlerinde de çevrede hayranlık uyandırdı. Tanınır, adı anılır olmuştu.

            Ama yürümedi ve Ali Yusuf'un bu yeni dünyası tamamen kurulmadan çöküp gitti.

            Bir akşam, yeni ve öncekilerden çok büyük bir başarısının müjdesiyle Ulvi Cihat'ın mağazasına gittiği zaman, okul arkadaşı ve yeni dostu onu buz gibi karşıladı; o daha bir şey söylemeden veya sezmeye, hattâ toparlanmaya vakit bulamadan, bir mektup uzattı.

            Mektubun satırlarından, unutmak üzere olduğu ve unutulur sandığı o bataklığın bütün iğrenç ve tiksindirici kokuları buram buram tütüyordu. Okuldaki rezaletler, gazetecilikteki şantajlar, iftiralar ve - bütün bu gerçeklerin üstüne çok küçük bir yalan eklemesiyle - Rum metres hikâyesi! (Sh. 45)

            Yalan, Rum kadının parasını vurduğuna dairdi. İstanbul'dan kaçışma sebep de bu gösteriliyordu. Serveti oradan geliyor deniyordu.

            Geçmiş günlerin bin bir iğrençliğinden bir teki bile, açığa çıkınca, onun Nemika'dan kaçmasına yeter de artardı. Ve, işte şimdi, Ulvi Cihat ona bakıyor, tiksintiyle, dehşetle, belki de, korkuyla bakıyor ve yüzünde ancak, o da belli belirsiz bir gülümseme görebiliyordu.

            Aslında ise, Ali Yusuf utancı ilk defa tadıyor, ilk olarak umutsuzluğa düşüyor, kendisini bir solucan kadar âciz buluyordu. Rezilliğin, aşağılığın, bayağılığın kavranışı mı idi bu? Ulvi Cihat, o kadar istediği halde öfkelenmeden sordu: "Doğru mu bunlar?"

            Ali Yusuf, "Hem noktası noktasına doğru, hem de baştan sona kadar yalan," demek isterdi. Bunu söylemeyi denedi de; ama gücü yetmedi; asıl doğrusu, bunu söyleyemeyeceğini., kimsenin de söyleyemeyeceğini sezerek çöküverdi. (Sh. 46)

Orgeneral Cemil Cahit TOYDEMİR
Devlet Mezarlığı/Gazi - ANKARA (1883 - 1956)


Fotoğraf : Orhan YILMAZ - 24.11.2004

            "Çeker giderim. Ama.. ne olur.. ona söyleme." O zaman asıl yumruğu yedi. "Bir kopyasını da Nemika'ya göndermişler." Şöyle bir sallandı ve çok sonraları, zehir gibi gülümseyerek : "O.. o Rum.. şeyinin.. parasını aldığım.. yalan o." Bağıra bağıra konuştuğunu sanmıştı; oysa, bunu, Ulvi Cihat'ın zar zor anladığı hırıltılı bir sesle söylemişti.

            Rüya umdurduğu sona varamadan uyku bitmiş, düne ve dünlere ekli yeni bir gün başlamıştı. Ali Yusuf eşyasını - ve alacaklarını - toplamadan yola çıktı. Brüksel Oteli'ne Cihan Harbi ile birlikte giriyordu.

            Ve, otel kâtibine uzattığı kimlik kartında Fuat Zahir adı yazılı idi. İzmir'deki muhasebecisinin adı. Bilerek yapmamıştı bunu; ama, daha yolda, farkına varınca, kararını da vermişti. Ali Yusuf ölmeyeceğine göre saklanacaktı.

            Yol yorgunluğunu üzerinden atmak, eski ruh yapısını uyandırmak istiyordu. Bir, iki günde toparlandı, hemen arkasından da o Rum metresini aramaya koyuldu. Onunla da, eski İçişleri Bakanı ile de - şöyle veya böyle, ama mutlaka - hesaplaşacaktı.

            Kadın Roz Nuvar'da şarkı söylüyordu. O da takma bir ad almış, Fransa'dan gelmiş, ünlü şantöz Madmazel Edvij Blanşar olmuştu. Fransızca şarkılar söylüyor, İstanbul'un türedi zenginlerini deli ediyordu.

            Eski nazırla ilişkisini de sürdürüyordu. Adam, onu, sözle ve büyük hediyelerle, yeni elde etmişti.

            Ali Yusuf üç, beş gece bir köşede oturdu. Sonunda alaycı mı alaycı, ama aynı zamanda ürkütücü mü ürkütücü bir pusula yazıp ona gönderdi ve otele gelmesini emretti. Kıskıvrak yakalanmışlardı; zira, bir yandan nazır yeniden politika sahnesine çıkmış bulunuyor, bir yandan da kadın, Yusuf'un bir fiskede toz edivereceği, rezalete döndüreceği ün ve servet içinde yüzüyordu. (Sh. 47)

            Kadın, daha ilk buluşmalarında, mırın kırın etmeye bile kuvveti yetmeden, Yusuf'un bütün isteklerine boyun eğdi; bakan'ın adına da konuşuyordu, İstanbul artık, o savaş yıllarının dillere destan vurguncusu Mehmet Şevket'i tanıyacaktı.

            Mehmet Şevket, aslında, Unkapanı'nın zahirecilerinden birisi idi; Yusuf onu gazetecilik döneminde tanımıştı. Büyücek bir iş çevireyim demiş, yüzüne gözüne bulaştırmış. Ömründe bir defacık uyduğu şeytan sanki Yusuf adına çalışıyordu; onun eline düşürdü. Şimdi Yusuf, işte o faturayı ödetiyordu. Adamı, birbirini kovalayan vurgunlarında maske isim olarak kullandı., hem de bir garson bahşişi ile. Ama bakan'a karşı o kadar da insaflı davranmadı; metresi uyduruk Edvij Blanşar'ın tamamı ile bakanlık nüfuzunun yarısını kendisi için kullandı.

            Büyük Yeniliş'in habercileri, kapkara bulutlar gibi, dört bir yandan İstanbul'un ufuklarına ağmaya başlamıştı. Basın da, Bâb-ı Âli de suçlu arıyordu. Yusuf hiç duraklamadan, bakan'ın Mehmet Şevket ile işbirliğini ve - asıl kimliğini de vererek - en sağlam şekilde belgelendirerek gazetelere de, kabine üyelerine de yazdı.

            Nazır derhal Kütahya'ya sürüldü, malı mülkü elinden alındı; çoluk çocuğu sokaklarda kaldı. (Sh. 48) Mehmet Şevket tutuklandı. Edvij Blanşar da, Edvij Blanşar'lığını İstanbul'da bırakarak Atina'ya kaçtı. Bunu da Yusuf'un sayesinde, Yusuf böyle istediği için başarabildi. Ama, bu kuru bir can kurtarıştan başka bir şey değildi. Çantasında, Yusuf’un, hanlar, hamamlar, bağlar, bahçeler bağışlar gibi., tıpkı öyle ve; "Lâzım olur" diye, rıhtımda avucuna sıkıştırdığı bir liralık bir banknottan başka meteliği yoktu. Her şeyi, ipeklileri, mücevherleri, altınları, her şeyi, işte o bir liralığın karşılığı olmuştu. (Sh. 49)

            Hüzün öyle uzun boylu barınamazdı içinde. İşte şimdi de, İzmir'i ve Nemika'yı hatırlayışının hemen peşinden, dişleri gıcırdıyordu; yüzü tiksintiden - ve hep öyle; öfkeden - kırış kırış olmuştu. Sevmiyordu insanları., hattâ – işte - tiksiniyordu onlardan. Anasına karşı duyduğu ve bu tiksintinin sebebi olan o mariz sevgi bile aynı tiksintinin içinde eriyip gitmişti, işte.

            Kendisini bütün insanlardan ve insanların bütünlüğünden üstün görüyor, özellikle de, yaşama savaşlarını erdemlere, yazılı, yazısız yasalara göre, dürüstçe yapanları ve yürütmeye çalışanları hiçe sayıyordu. Asıl onlara öfkeleniyor, asıl onları ezmek istiyordu. Asıl üstünlüğü onlara karşı olsun istiyordu. Birdenbire hatırlayıverdi :

            O akıl almaz dönemeci, o akıl almaz tutumuyla aşıverip de, serveti ve ünü avuçlarının içinde bulduğu günlerin başlangıcında idi. Gazetede, kendisine her seferinde çok iğrenç bir yaratık görmüş gibi bakan - üstelik, kendisi gibi genç, kendisi gibi, ama sadece meslekte, beğenilen, büyük başarılara aday gösterilen - birisi vardı. Görmezlikten gelmek neye yarar? Yusuf onun kendisinden de yetenekli ve zeki, hele hele, çok daha bilgili olduğunu hâlâ kabul ederdi. Ama adam dürüsttü. Gerçekleri, yani kalemini karısının namusu gibi korurdu. Ali Yusuf, onu, kıran kırana ve başpehlivanlık için tutuşulmuş bir güreşte gibi, tıpkı öyle, her yandan yokladı. Yok ama; kapılacak, ele oturacak bir yanı da, yönü de bulunamıyordu. Son umudunu da denedi. (Sh. 50)

            Ali Yusuf, kendisini zorlayan hiçbir sebep olmadığı halde gazetede kalmıştı. Çünkü - adı öyleydi - Süleyman Nazım oradaydı ve onunla mutlaka paylaşmak, bir sonuca varmak istiyordu. Uygun bir aralıkta teklif etti :

            "Bu akşam, Süleyman, sana rakı ısmarlayabilirim., hem de Şanzelize'de."

            Süleyman da, onu şaşırtan bir kolaylıkla kabul etti.

            "Yaşa! Ben de şimdi hesap ediyordum cebimdeki metelikleri. Çok iyi. Yalnız, Şanzelize'yi filân bırak da Balıkpazarı'na gidelim; rakı orada içilir. Rakı, Balıkpazarı'nda, Toma'da, Doktor'da rakıdır."

            Ali Yusuf'da o akşamdan kalan ve keskin çizgilerinden birisini, o, dürüstlere ve dürüstlüklere düşmanlığını şuuruna çıkartan, keskinleştiren sözler şunlardır : Süleyman - alabildiğine mutlu, erişilemez sanılan.. Yusuf'a öyle gelen..- güvenliği içinde ve Yusuf: "İnanmazsın, seni öyle seviyor ve beğeniyorum ki," deyince :

            "Ben de, Ali Yusuf, ben de seni," diye başlamış ve eklemişti: "Ben de seni çok, pek çok beğeniyorum ve öyle seveceğim ki..."

            "Seviyorum" değil, "seveceğim ki". Şaşırmıştı Ali Yusuf. Öteki de onu hâlâ çıldırtan bir sadelikle açıklamıştı :

            "Seveceğim de, bu kadar genç ve eline fırsat geçer geçmez avına bir atmaca gibi dalan, pençeleyiveren bir insanda, dişi geçmeyince sabırtaşını çatlatan bu bekleyişler., hattâ, özür dilerim., bu katlanışlar ve eğilip bükülmeler beni korkutuyor."

            Ali Yusuf verilecek cevabı araştırırken de, o sadeliğe hiç uymayan bir dikelişle indirivermişti yumruğu :

            "Ali Yusuf, Ali Yusuf; bütün mesele seçmekte. İkimizin seçtikleri de birbirlerine ateşle barut kadar zıt. Bak sana söyleyeyim : (Sh. 51) Cebimde payıma düşen hesabı ödeyecek para olmasaydı., herkesle gelirdim, ama seninle asla, gelmezdim buraya. Çünkü sen, bir adamın.. bazı adamların.. servetle, ünle değil ama, iki kadeh ve üç güzel sözle elde edilebileceğini de bilirsin., onun için ısmarlar, onun için konuşursun., sadece onun için. Bak sana bir hikâye anlatayım: Acem dermiş ki; ben arpa ekmeğine razı olduktan sonra Keyhüsrev'in bilmem nesi Dârâ'nın bilmem neresinde, vız gelir. Bilmezsin belki, arpa ekmeği de İran'da fakirliğin sembolüdür. Mesele seçmekte Ali Yusuf: Şanzelize, Rozenuvar veya Mulenruj mu, yoksa Balıkpazarı mı? Daha da güzeli var : Ötekiler ille ve ne pahasına olursa olsun mu, yoksa hak edilirse mi?"

            "Bekle hak etmeyi sen, budala!"

Zile Ayaklanması'nın Bastırılmasında Rol Alan
ve Madalya ile Taltif Edilen Amasya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Kurucuları

            Başta budalalar olmak üzere, dünya onu zengin etmek, gücüne güç katmak için yaratılmıştı. Böyle sayıyordu o.. böyle biliyordu. Ama mutlandırmak için değil. Bunu da biliyordu., daha doğrusu bunu da öğrenmiş., kabul etmişti.

            Yenilmek, parça parça dökülmek üzere bulunan imparatorluğun, bu göz kamaştırıcı tarihin zavallılaşan insanları son kırıntılarını ve son çabalarını Ali Yusuf'u daha da zenginleştirmek, güçlendirmek için koşturuyor, ama, aynı zamanda, mutluluğunu da önlemek için kullanıyorlardı. Böyle zamanlarında anlatılamayacak kadar korkunçlaşan o gönül çelici gülümseyişi ile mırıldandı : (Sh. 52)

            "İkisini de iyi beceriyor pisler!"

            Nazır'ın malını, mülkünü, metresini elinden almış, kendisini de, çöplüğe paçavra atar gibi, Kütahya'ya defettirmişti. O cici metrese gelince, büyük orospular yetiştiren ırkının kalleş ve kuvvete tapan tatlılığı, işvesi, dişiliği ile elde ettiği alkışlar, ipekliler, hayranlıklar, altınlar, pırlantalar rüyasından söküp almış, sıfırın kuyusuna sallandırıvermişti.

            İzmir'den, Nemika'dan önce olsa, bu sonucu büyük başarılar listesine geçirirdi. Ama şimdi onların bu kayıplarını küçümsüyor, kayıp bile saymıyordu. İzmir bozgununun ölümden geri kalır yeri yoktu. "insan ölümünün öcünü alabilir mi?" Çene kemikleri zonklaya zonklaya söylemişti bunu.

            Şöyle bir toparlandı ve - ayaklarının dibinde iki ölü; o bakan ve bu kadın - kendisini gene o durumda ve halde buldu. Bu ölüler öldürmek istedikleri, hiç değilse asıl öldürmesi gerekenler değildi ve dört bir tarafı gene çevrili, gene kapkaranlıktı; ne yana ve kime ateş edeceğini gene bilemiyordu. (Sh. 53)

            Beklenen olmuş, Osmanlı İmparatorluğu çökmüştü. Kolay kolay akıl erdirilemeyecek bir sonuçtu bu. Yüz yıl önce hortlayan Bizans artık büsbütün suyun yüzüne çıkmış, İstanbul'da – payitahtta - düzene, tarihe ve ortak değerlere bağlı olanları daha da âciz; gaddar ve namussuzları da daha gaddar, daha namussuz yapmıştı. Birincilerin en iyileri bile gemilerini kurtarmak derdinde idi. İkincilerin en insaflıları ise, doğrudan doğruya devlet gemisine saldırıyor, parça parça karaya vuran tekneciklerin yağmasını çapulculara bırakıyorlardı...

            İstanbul'un - bu eşi görülmedik düşüş, sefalet ve açlık denizinin - şurasında burasında, mini mini, ama dünyanın en ünlü eğlence şehirlerine taş çıkaran, her çeşit içkinin su gibi aktığı, bütün yiyeceklerin sebil olduğu, kadınların kum gibi kaynadığı adacıklar belirmişti. Ali Yusuf da, Ali Yusuf'luğunu büsbütün gömmüş ve Fuat Zahir kesilmiş olarak, buralarda kral gibi yaşıyor, krallık ediyordu.

            Kordiplomatikle ve işgal ordularının ileri gelenleri ile bağlantılar kurdu. Ama uyumadı; kulakları hep kirişte idi ve çok iyi koku alan bir burnu vardı. Önce Erzurum'dan, sonra da Sivas'dan gelen sesleri değerlendirdi. Artık, bütün İstanbul'da ve gittiği her yerde bir Ankara'dır gidiyordu. Bunlar, İstanbul ve İzmir'in işgali ile her şeyin bittiğini kabul etmeyen, kimi akıllı, kimi inançlı Türkler için önemli şeylerdi. Ve o da - Fuat Zahir de - akıllıların başında idi; eli kolu bağlı - veya zevk içinde - uyuyakalmak ona göre değildi. Bütün haber kaynaklarını seferber etti; Ankara'nın İstanbul'daki baş adamlarını - İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar değil, o - öğrendi. Sonunda da Kara Vasıf ve Paşabahçeli Ayı Şükrü Bey'lerle ilişki kurdu. Artık İstanbul'da Fuat Zahir’i gören olmayacaktı. Buna karşılık Ali Yusuf, Ankara'da yeniden hayata kavuşuyordu. (Sh. 54)

            Ali Yusuf, Ankara'ya küçük çapta bir basımevi kuracak araçlar ve bir yığın altınla geldi. Asıl varlığının yarısını bile tutmayan parayı ordunun, kurduğu gazeteyi de - Meclis'in değil - ileri gelen üç, beş politikacının, özellikle de Mustafa Kemal Paşa'nın emrine vermişti.

            Çok az insanla konuşup görüşürdü. Düşüp kalktıkları daha da azdı ve bunları seçerken özellikle titiz davranıyordu. Geleceğin patronlarını kestirmekte ustaydı. Bunların arasında da gözü pek olanlara, ön plânda tutunmak için her şeyi yapabileceklere ayrı bir önem veriyordu.

            Bu arada Ankara'ya - adını dünyanın yeni yeni duymaya başladığı bu Ortaçağ kalıntısı kasabaya - bazen tekli, ikili, bazen de beşli altılı, hattâ daha kalabalık yabancı grupların akın ettiğini gördü. Bunların arasında gazeteciler de vardı, kendilerini gazeteci tanıtanlar da. Gene bunların arasında, şu veya bu devletin, o olmazsa şu veya bu halk topluluğunun temsilcisi olduklarını iddia edenler bulunduğu gibi, gerçekten öyle olanlar bulunuyordu. Ama Ali Yusuf ötekilerin de, berikilerin de, her şeyden önce, "gizli görev" adamları olduklarını kolayca ve çabucak anlıyordu :

            Bu konuda dikkatine en çarpan şey, Ankara'ya karşı en kuvvetli ilgiyi Ruslar’ın gösterdiği oldu.

            Bu arada, kendisini Paris'teki ünlü Maten gazetesinin röportajcısı diye tanıtan birisi, Ali Yusuf'un gazetesine fena halde dadanmıştı. Yusuf onun kıpkızıl bir Rus Bolşeviği olduğunu çok geçmeden öğrendi; yüzüne de vurdu. Bunun üzerine pazarlık başladı.

            Herif işbirliği teklif ediyor, bunu da Ali Yusuf u bile heyecanlandıran parlak sözler ve çil çil altınlarla destekliyordu. Sözler, Türkiye'nin ve Türk "halkının" mutluluğu ile ilgili idi. Altınlara gelince, onlar da, kardeş "Rus halkı"nın, büyük dâva yürütülsün diye, dostluğun son belgeleri ve yapılabilecek son fedakârlıkları idi. (Sh. 55)

            Yusuf hiçbir bağlantıya girmeden, hele hele kendini zor durumlara düşürecek bir ipucu kaptırmamaya özellikle dikkat ederek adamı uyuttu. Kim görürse görsün, anlaştılar derdi. Ama aynı şey bambaşka şekillerde ve yönlerde de karşısına çıkıyordu., sonuç da hep aynı oluyordu.

            Meselâ, bütün Ankara'nın Çarlık yanlısı Beyaz Ruslar’ın sözcüsü diye bildiği birileri gelmişti ki, Yusuf onların da Bolşevik Rusya görevlileri olduğunu konuşmalar az ilerleyince, kendi ağızlarından öğrendi; öğrenir öğrenmez de, yemeden, içmeden - elbette hiç yere değil - doğrudan doğruya Paşa Hazretleri’ne yetiştirdi. Paşa da - öğrendi ya - o kadar güzel, o kadar tatlı bir sahne çıkardı ki, olursa o kadar olur. Nitekim, daha sonraki Türkiye - Rusya ilişkileri, üç aşağı beş yukarı işte o sahneye göre ayarlandı.

            Paşa'nın, sözde, Beyaz Rus delegasyonu ile ikinci buluşması idi. İlk görüşmedekinin aksine, ama iyi düzenlenmiş bir söz akımından sonra Paşa, birdenbire ve daha önce bıraktığı izlenimlerin yüzde yüz aksine bir parlayışla, masayı döve döve konuştu: "Emperyalistlere karşı bir ölüm - kalım savaşına girişen Türkiye ve Türk halkı, bu dâvayı evrenselleştiren Rus halkının zararına kurulacak bir düzene katılabilir miydi?"

            Moskova, böylece, Türk halkının "Yeni Kremlin" için beslediği gerçek niyetleri öğrenmiş oluyordu!..

            İşin o yanı Ali Yusuf'u pek ilgilendirmedi; ama o, durumunun önemi gereğince, buna benzer oyunları çok görüyordu. Sözüm ona, esir Türkistan veya Azerbaycan adına gelen, gerçekte ise düpedüz Moskova ajanı olan daha başka heyetler de aynı oyunu oynadı ve aynı Ali Yusuf oyununa düştü. Ve Ali Yusuf anladı ki, Ruslar’ın yeni efendileri kendisinin geçmişini ve zayıf damarlarını pek güzel bilmektedirler. Bilmedikleri ve daha başkaları gibi hiçbir zaman bilemeyecekleri şey ise, Ali Yusuf'un oltaya atlayıveren bir balık değil, ölçüp biçen, çıkarın sağlamını seçen birisi oluşu idi. (Sh. 56) O, her zaman ikili oynuyordu. Gene öyle idi ve geleceği kendi adına, kendi çıkarlarına göre değerlendirmesini biliyor, hiç değilse bu endişeyi başa alıyordu. Dehâsı bağlanmamakta idi. Neler olacağını, işlerin nereye varacağını, hangi tarafın veya kimin üste çıkacağını kimse bilemezdi. Mesele üste çıkana açık kalabilmekte idi. Ali Yusuf o günlerde de buna göre davranıyordu. Ve öyle davranmakla da iyi yaptığını anlamakta gecikmedi; çünkü günlerden bir gün, Yunan gelip Sakarya'ya dayandı ve kaderlerini Ankara'ya bağlayanların - veya bağlamış görünenlerin - "yarın" ne yapacakları bilinemez hale geldi.

            İşte tam bugünlerde Yusuf, biri Rus, öteki İngiliz iki ayrı ajandan aynı teklifi aldı. Doğuda çıkartılacak bir ayaklanma akıl almaz bir servet ve istenen imkânlarla ödenecek - veya, onların deyişi ile - ödüllendirilecekti. Üstelik, bu işi padişah hazretleri de istemekte idiler. Ajanların ikisi de aynı şekilde bunu söylüyorlardı.

            Yusuf büyük plânın aslını anlıyordu. Türkiye'nin doğusu ile batısını paylaşmak için yapılmış bir anlaşmadan başka bir şey değildi bu ve son yumruktu. Yusuf da son yumruğu önlenemez, hattâ geciktirilemez buluyordu.

            Ama - gene de - bütün köprüleri atmadı. Paşa bir gün önce başkomutanlık yetkilerini Meclis'den devralmış ve cepheye gitmişti. Gece yarısı istasyona indi. Hüseyin Rauf ve Adnan Bey'lerle konuştu. Onlardan, aslı olmayan bir görev için Samsun'a gitme iznini kopardı. Paşa için de sözde durumu anlatan bir mektup bıraktıktan sonra, şafakla birlikte Zile'ye doğru yola çıktı. Bu da sonun Sakarya'sı oluyordu.

            Hazırlıklar çoktan tamamlanmıştı : Zile'nin dağlarında da, içinde de Fuat Zahir'i bekleyenler vardı. O bunları da öğrenmişti ve yanında gerekli mektuplar, belgeler vardı. Beş, bilemedin on gün sonra Yunan, Ankara'ya dayanacak, doğuya sığınmaya kalkışacak Meclis'in yolunu da Zile hareketi kesecekti. (Sh. 57) Sonrası belliydi işin : Yunan'a dur diyen yeni bir düzen kurulacaktı. Belki de, Yunan'ı Ankara önlerinde oyalayan da bu düzenin kurucuları idi. Ve kurulacak olan bu düzenin adı ne olursa olsun, Ali Yusuf'un ondaki yeri sağlamdı ve belli idi.

            Hiç üzülmüyor muydu? Utanmıyor muydu? Yüzlerce ve yüzyıllarca yıldır özgür, bağımsız kendi törelerine ve yasalarına göre yaşamış insanlar, köyler, kentler hiç mi aklına gelmiyordu?

            Daha teklifin üzerinde düşünürken, üzülmek ne kelime? kor düşmüş gibi içi yanmıştı Yusuf un. Yapacağı işe, en zavallısından en ünlü ve en değerlilerine kadar, gelmiş geçmiş bütün insanların ne isim vereceğini çok iyi biliyor ve buna "adam sende" diyemiyordu.

            Aklına nereden esmişse esmiş, Selçuklunun, tıpkı bugünlere benzeyen son dönemini hatırlamıştı. Rükneddin'in veziri Muineddin Pervane önce post dâvasına, sonra da can kaygısına kapıldı ve Moğollar’la bir olup onları devletinin üzerine saldırttı. Sonunda devlet, bir süre için, o sefil, o minicik zamanları boyunca Muineddin'e kaldı. Ama bu arada Moğol barbarlığı köyler, kentler yaktı, ocaklar söndürdü, binlerce cana kıydı.

            Ne o, bir pervane kadar değer taşımayan bir can kurtuldu, pervaneyi yakan mumu gül okşayışına döndüren iktidar ateşi muradına erdi, Muineddin köpeği devleti kemik yaptı.

            Ali Yusuf yırtıcı bir hayvana benzetirdi kendisini. Hoşlanırdı da bu benzemeden. Önüne çıkan her canlıyı, geyik, karaca veya insan, parçalayıp yutmak isterdi. Bu yanını da tanımış ve değil küçüklük veya suçluluk duymak, gururla benimsemişti. Ama kuralları da vardı; bu işi başa baş, dişe diş yapmak ister, ancak o zaman tadına varırdı. Kafese tıkılmış veya yüksek duvarlarla, tel örgülerle çevrilmiş hayvanat bahçesine alınmış kurdu, kuşu, çakalı, kaplanı, sırtlanı avlamanın tadı yoktu. Kendisinin kovalayıp pençe salacağı minicik bir tavşan ona, bir efendinin, bir bakıcının - Moğol'un veya İngiliz'in veya Rus'un - önüne atacağı bütün bir geyikten çok daha çekici geliyordu. Ötekinden hiçbir kimseye komisyon vermek zorunda değildi; beriki ise, pay ne kadar büyük olursa olsun sadaka idi. (Sh. 58)

            Ve, ne olursa olsun, eninde sonunda bir Osmanlı Türk’tü o. Her şey bir yana; hiç değilse gururu ve canlılığının, varlığının ana çizgisi olan bencillik ihanetten tiksinmesine yeter bir sebepti...

            Ama Yusuf ölçüyor, biçiyor, o pek güvendiği aklını ne kadar zorlasa da, Türkiye için bir çıkış yolu bulamıyordu. Dolu almıyor, boş dolmuyordu. Grafik tamamlanmıştı. Örnekleri yığınla idi.

            Grafik tamamlanmış, bu yüzden de Roma'yı kurtarabilecek bir dehâ çıkmamıştı. Roma batmıştı. Bu iş, eski Mısır, eski Yunan için de, Finike, Asur, Elam, Kalde, Kartaca ve daha niceleri için de böyle olmuştu; grafik tamamlanınca insanlar beyhûdeleşmişti. Hep de böyle olacak, insanlar İngiliz, Amerikan; bugün için paçasını kurtarmış görünen Rus İmparatorlukları’nın da battığını görecekti.

            Ve o batışlarda da, Rükneddin cephesine karşı Muineddin Pervaneler; Mehmet Akif, Hüseyin Avni veya Mustafa Kemal cephelerine karşı Ali Yusuf'lar çıkacak, bulunacaktı. Şöyle bir düşünüyor ve Ali Yusuf olmasa bir Ali Yusuf bulacaklardı.. bulunacaktı. Zile dağlarında veya kasabasında yığınla idi onlar, işte mektuplar götürüyordu onlara. Ve bu mektupları götürecek başkaları da vardı. Kısacası gaddar, hattâ gaddar bile değil, duygusuz kader ortada idi ve ortada en boynu bükük umutları bile cesaretlendirebilecek bir belirti yoktu. Yapılabilecek olanı yapıyordu o. içi rahat., değilse bile, fazla karıncalanmıyordu. (Sh. 59)

Atatürk'ün Mazbatası

            Belki Muineddin - ve ötekiler - için de böyle olmuştu. Belki onların da kendisininkine benzer yorumlan, mantıkları, hattâ, kim bilir iyi niyetleri vardı. Haklıydılar bile, kim bilir?

            Elinde olmadan - ama sondu bu - içini geçirdi, İzmir'i - Nemika'yı ve onun, kendisini elbette nefretle, tiksintiyle anan ailesini - kurtaracakların arasında bulunmayı ne kadar isterdi.

            Tez geçti bu duygusallık : Ham hayaller beslemeye elverişli değildi yapısı. İzmir ve onlar kurtarılamazdı. Gerçeği görürdü o ve gerçeğe, ancak gerçeğe önem verir, değerlendirmesini de iyi bilirdi. Yapılabilecek olanı yapıyordu. Kader son sözünü söylemişti; kader denilen fırtınanın önünde devlerin bile kuru yapraklara döndüğü dönemlerden birisi yaşanıyordu.

Zile Ayaklanması'nın Bastırılmasında Rol Alan
ve Madalya ile Taltif Edilen Amasya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Kurucuları

            Plânını yapmıştı. Zile dağlarında, çevrenin, kırk elli köyünü kendine katmış, ilk ayaklanma artığı bir çete vardı. Elebaşıları Çini İzzet adında asker kaçağı bir çavuştu. Adamı, Yusuf'la temasa geçen aynı kaynaklar kışkırtmıştı, silâh ve para bakımından besleyenler de onlardı.

            Fakat Çini İzzet İsyanı, Ankara'nın bugünkü durumu için ne kadar önemli olursa olsun, istenilen işi yapacak, kastı elde edecek gücü bulamamıştı. Hesaplar tamamlanıp da Ankara düşünce, bozgundan kurtulacak ordu döküntüsü bile İzzet'i süpürmeye, hiç değilse yolu üstünden sürmeye yeterdi. Kısacası ateşi körüklemek, beslemek gerekiyordu. Yusuf'un işi de işte bu idi.

            Yusuf, isyan bölgesi dışında çalışmak niyetindeydi. Halkı hoşnutsuzluklarına uygun sözler ve vaadlerle kışkırtacak, elde ettiklerini ayrı ayrı teşkilâtlandırıp silâhlandırdıktan, yani suçluluğa mahkûm düşürdükten sonra bir bir Çini İzzet'e ekleyecekti. (Sh. 60)

            Yol boyunca görüp işittiklerinden işinin hiç de zor olmayacağını anlamıştı. Tehlike ise, her zaman olduğu gibi, karar verdikten sonra düşünmediği şeydi. Onu karardan önce hesaplar, ama kılı kırk yararcasına hesaplardı. Zile'ye vardığı zaman artık İzmir ve Nemika burukluğu da kalmamıştı içinde. Sadece "iş"ini düşünüyordu. Her zaman olduğu gibi. (Sh. 61)

Bayırköy'e Doğru Zile'den Diğer Bir Görey (Ağaçların Bolluğuna Dikkat Ediniz!!!)

Ulusal Savaşta Tokat - Halis ASARKAYA, Tokat Basımevi/1936, 159 sh.

ZİLE LÂFZI GEÇEN PARAGRAFLAR
ÖZETLE VERİLMİŞTİR :

            "Biz Bolşevikleri din, iman, helâl düşmanı bilirdik. Yâni bize öyle dedilerdi. Değilmiş oysa. Daha geçenlerde iki Bolşevik geldi buraya. Doğru dürüst, bizim gibi adamlar baya. Biri Müslümanmış. Hocaymış hem. Din daha bir kuvvetlendi, dedi. Müslümanlık hele pek gözdeymiş. Cuma’yı o kıldırdı. Öyle hoca mı gördük biz. Bi sesi var, bi sesi var, o kadar olur. Bi de fasih Arapça konuşuyor ki Hacı Mustafa Efendi, yemin billah; ben böylesini Arabistan'da bile görmedim, dedi."

            Konuşmalarda dikkatlerini en çok çeken şey, Fuat Zahir oldu. Adamın adı ikide bir ve her konuda mutlaka geçiyordu. Meselâ o iki Bolşeviğin rehberliğini yapan - veya onları getiren - de o idi.

            Söylenenlere bakılırsa ondan daha âlim, ondan daha vatanperver, ondan daha dinine imanına bağlı ve alçakgönüllü insan bulunmazdı. Tam bir Osmanlı efendisiydi o. Açıkça söylememiş ama, Şeyh Rıza Efendi hazretleri kendi gözleriyle görmüş, padişahımız, halifemiz efendimiz hazretlerinin fermanını hamilmiş. Zât-ı şâhâne için çalışırmış. Bunu söylemediği halde adı da, itibarı da bütün civara yayılmış. O millete kul köle, millet onun bir dediğini iki etmez. Durum bu!

            Ve Ali Yusuf'un Zile'de ne işi vardı? Hasan Basri sordu : (Sh. 76)

 Orgeneral Cemil Cahit TOYDEMİR

İstiklâl Harbi 10. Tümen Komutanı
(1883 - 1956) / 1318 - P. 311

            "Zile'ye gelmeyi şart mı buluyorsunuz, üstadım?"

            "Af buyurun; bir keşif koluna aynı suali sorabilir misiniz? Bizler de lâyık olmayarak aşağı yukarı askerî bir vazife almış bulunuyoruz. Bunu yarıda bırakmayı şerefimize yakıştırmak insafsızlığında bulunmazsınız sanırım."

            Ali Yusuf özür dilemekte telâş ve heyecan gösterdi.

            "Aman üstadım, türabınız olayım. Belki hata ettim, meseleyi bu nokta-i nazardan mütalâayı düşünemedim. O halde müsaade buyurun, Zile'ye teşrifinizi bendeniz plânlayayım."

            Anlattı : Zile'ye onun istediği saatte gidecek, onun verdiği adrese ineceklerdi. Kabul ettiler.

            Ev sahibi ve yerliler yeniden içeriye alınmışlardı. Konuşma derhal savaşa ve siyasî meselelere döküldü. Ali Yusuf birinci konuda, cephe durumunu - Tanrı'ya sığman iyi dilekler ekleyerek- olduğu kadar berbat gösteren birkaç cümle söyledikten sonra, söz Ankara'ya ve siyasî duruma geleceği sırada izin aldı, gitti. Konuşmayı kalanlar sürdürdü.

            Akif olup bitenleri ve candan inandığı tahminlerini hafifçe öfkeli bir sesle anlatmaya çalışıyordu. Öfkesi biraz Ali Yusuf hakkında duyduğu kuşkudan, daha çok da bu zavallı adamları inandırabilmenin zorluğunu bilişinden geliyordu: Halbuki ne kadar da açık, kesin ve ortak kelimeler kullanarak konuşuyordu. Üzerlerinde özellikle durduğu iki nokta vardı.

            Yunan ilerledikçe bizim korkumuz artıyor, telaşımız bozgun havasına dönüyordu. Gerçekte ise Yunan ölümüne doğru ilerliyordu; onun elde ettiği her kilometre, bizim zafere bir kilometre daha yaklaşmamız demekti. Bu bir. Bu noktada ısrarla soruyordu :

            "Yunan, Sakarya'da bozulsa Ankara'nın iyi yolda olduğuna inanacak mısınız?" Buna duraklamadan "evet" diyorlardı. (Sh. 80)

 Orgeneral Cemil Cahit TOYDEMİR
(Zile İsyanını Bastırdı 12.06.1920)

(Askerî Öğrenci İken)

            İyi ama, hazır ayağına gelmişken önce kızcağızı haklasa, kulübeye daha sonra gitse idi daha uygun olmaz mıydı? Velhasıl şu çocuk masalları çoğu zaman saçma sapan şeyler oluyor. Değil mi?"

            "Lâkin gene de hatırlamadan yapamıyorsunuz. Hakkınız da var; Ali Yusuf neden geldi yanımıza? Ninemizin kulübesini öğrenmek için mi dersiniz?"

            "Kuzu değilse, muhakkak bunun için. Ne gibi bir tedbir aldığımızı ve Zile'de güvendiğimiz kimseler olup olmadığını o kadar ustaca sordu ki, farkına bile varmadık. Öyle bir şey olmadığı için de cevap vermedik. Son anda geleceğini öğrendikten sonra, Hasan Basri Bey'i gönderişimiz iyi oldu."

            Kapı tıklıyordu. Gelen ev sahibi idi. Yanında da odadakilerden birisi vardı :

            "Tanıdınız, dedi; Koyunculardan Bekir. Diyecekleri var size."

            Buyurun dediler. Adam bir iki yutkunmadan sonra konuştu :

            "O Zile'den gelen beyin asıl adı Fuat Zahir'dir. Aramızda onunla tanışanlar var. Ben de bilirim; fakat bize belli etmeyin dedi. Sizlerden kuşkulanırmış. (Sh. 86)

  Orgeneral Cemil Cahit TOYDEMİR
(Askerî Öğrenci İken - Mignon Portrait)

 (Zile İsyanını Bastırdı 12.06.1920)

            Hüseyin Avni toparlandı :

            "Kötü adam olmamak yetmez. Yapılacak şeyler var şimdi. Dinleyin beni. Güvendiklerinizden Zile'de tanıdıkları, az buçuk da olsa itibarı bulunanları hemen şimdi gidip uyandıracaksınız. Olup bilenleri anlatın. Sabah namazında Zile'de olun, orada da tanıdıklarınıza söyleyin bütün bunları. Biz akşam üzeri geleceğiz oraya. Doğru camiye gideriz. Siz de orada bulunursunuz. Gerisini bize bırakın. Her şey iyi olacak. Haydi şimdi selâmetle."

            Çabucak yazdığı kısa bir pusulayı da ellerine tutuşturdu :

            "Bunu da Hasan Basri Bey'e verirsiniz." Adamlar, "Başüstüne!" diyerek gittiler.

            İkisi de susuyordu, ikisi de, daha evvelki isyanlarda bu adamlar gibi şanslı olmayan ve bu adamlar gibi "kötü olmayan" insanlar görmüşlerdi. Onlar da aldatılmışlar, ama onlar katı gerçeği ve aldatanların ihanetlerini anlayacak fırsata kavuşamamışlardı. Bu yüzden de önce katil olmuş, vatan için, din için, millet için silâha sarılan yiğitleri öldürmüşler, sonra da - asla "kötü" olmadıkları halde - birer it gibi, kötülerin en kötüleri gibi gebertilip gitmişlerdi, idamdan veya kurşundan kurtulanlar, muhakkak ki, çok daha acınacak, (Sh. 87)

 Orgeneral Cemil Cahit TOYDEMİR 
(Zile İsyanını Bastırdı 12.06.1920)
(1883 - 1956) / 1318 - P. 311


Fotoğraf : Orhan YILMAZ - 24.11.2004

            Zaten Hasan Basri ve Ali Yusuf Bey'ler Zile'de bulunuyorlar. Onlarla temas edip bize haber getirmeniz yeter.

            Salim birkaç nefes daha çektikten sonra, sigarasını söndürdü ve ayağa kalktı.

            "Hayırlı geceler efendim. Sabahleyin belki de görüşemeyiz, size şimdiden veda edeyim."

            Ona hayırlı yolculuklar dilediler. Hüseyin Avni kendini tutamadı ve Salim çıkar çıkmaz öfkeyle mırıldandı: "Kuşkulandı, budala.

            "Eğer tahmin ettiğimiz gibi ise, eğer Ali Yusuf ile irtibatı varsa, kim bilir şimdi kendisini ne kadar akıllı, bizi de ne kadar budala buluyordur. Halbuki sen ona budala diyorsun." Sustu. Dudaklarını kemiriyordu.

            “Salim kim oluyor? Ali Yusuf'u düşün, Avni. Hükmünü kararını vermiş o. Türkiye batacak demiş. Tufandan ne farkı var bunun? Şimdi o tufandan, hem de çok büyük kazançlarla kurtulacak bir adam olarak görüyor kendini. Bu da bir dehâ işidir. Kim bilir dehasıyla ne kadar övünüyor Ali Yusuf? Belki de mes'ud. Ve elbette bizleri budala bulmaktadır; oyuncak yerine koyduğuna inanmaktadır. Nasıl budala diyebiliriz ona? Yazık değil mi, kelimeye? Yazık elbette. Çok yazık; zira dahası da var : Farzet ki, bizim bu oyunu bildiğimizi sonuna kadar fark etmeyecek. Ne kaybeder? Kuvvetli olan o. Son anda bile yumruğunu kafamıza indirebilir. Ben ona, ancak en kötü ihtimali düşünmezse ve buna göre tertibat almazsa budala derim.. ki, bunu da rüyada görsem hayra yormam; daha çok endişelenirim. (Sh. 90)

 Orgeneral
Cemil Cahit TOYDEMİR

            Hasan Basri Bey, Zile'de olup bitenlerin aslını öğrenmekte güçlük çekmedi.

            İsyancı diye tanınan eşkıya, Çini İzzet adında bir asker kaçağı idi. Tanıyanlar onu kendisine, sarı tüylü, gök gözlü, ufak tefek, çelimsiz, yirmi, yirmi bir yaşlarında biri diye anlattılar. Şöyle bir bakarsan, "Bir sıkımlık canı var," dermişsin. Kuvvetli değilmiş zaten. Ama çocukluğundan beri akranlarını da, üç, beş yaş büyüklerini de adamakıllı yıldırırmış; çünkü kalleşmiş, gaddarmış, gözünü budaktan sakınmaz, dayak yemekten korkmazmış.

            Bunları anlatan adam uyanık biriydi :

            "Daha geçen aya kadar yanında sekiz, on haydut ya vardı, ya yoktu. Sonra birdenbire kalabalıklaşıverdi çetesi. Fuat Zahir denilen hainin gelişine denk gelir bu artış. Şimdi gayrı bir köyü bastı mı, Moskof ordusu girdi sanırlarmış."

            Fuat Zahir'in - Ali Yusuf'un - Çini İzzet ile temas ettiğini gösteren en ufak bir bilgi edinemedi. Hattâ onun Çini İzzet'e ve benzerlerine her fırsatta atıp tuttuğunu söylediler. Ama, eh silâh tutan birçok insanı dağa çıkardığını da öğrendi. (Sh. 91)

Zile Kalesi'nden Bir Görey

Ulusal Savaşta Tokat - Halis ASARKAYA, Tokat Basımevi/1936, 159 sh.

            Sakarya ne vaziyette, Allah bilir. Ama siz burada bir zafer kazandınız. Şimdi ne yapmayı düşünüyorsunuz?"

            Avni Bey dalgın ve mahzundu :

            "Hangi zafer, Âkifim, hangi zafer? Ama bir şeyler yapabiliriz ümidindeyim. Bana daha önce söylediğiniz gibi, bütün mesele dağdaki o bini aşkın silâhlıda... Haydutları asker yapabilmekte."

            Hasan Basri tatlı tatlı gülümsedi :

            "O da olur be Avni. Bana sorarsanız işin en güç tarafını atlattık."

            Dördü de buna inanmak istiyor, hattâ için için inanıyorlardı. Düşünceleri birdenbire yüzlerce kilometre batıya, Sakarya'ya kayıverdi ve hepsinin de söylemek istediğini Akif yavaş bir sesle ortaya koyuverdi :

            "Sakarya'da neler oluyor acaba? Ahh bir bilsek." Yataklarına çekildiler ve çok daha iyi durumda bulundukları halde, uyumaları bir önceki gece kadar kolay olmadı. Birbirleriyle artık konuşmadılar; ama, bir buçuk belki de iki saat sağlarına döndüler, sollarına döndüler, oflayıp pufladılar. Akif önleyemediği cümlenin diş kenetleyen hırsını yastığının altında boğdu :

            "Bozacak, geldiği yere süreceğiz, Yunan itlerini." Sanki bu sarsılmaz imânı arkadaşlarının kulaklarına fısıldamış, gönüllerine aşılamıştı. Uykuya daldılar.

            Aynı saatlarda Sakarya en çetin, en kanlı ve en korkunç sabahına hazırlanıyordu. Düğüm çözülmek üzereydi, ama daha çözülmemişti, asıl müthişi nasıl çözüleceği, ezelî bahtın kime gülüp, hangi tarafa vuracağı zerre kadar belli değildi. Kestirilemezdi de.

            Cephenin iki tarafında da yorgunluk vardı, bitkinlik vardı, korku ve korkunun anası sıkıntılar Yunan'ın içine de düşmüştü. Artık iki taraf da son kozlarını oynamak, sonlarının üzerine yürümek zorunda idiler. Son imkânlar ve son tâkatlar bunun için, ölümleri veya dirimleri uğruna harcanacaktı. Yeni bir canlanış için tek imkân artık bu idi, ölüm ihtimalini göze almak idi.

            Ve Sakarya onlardan ne kadar uzaktı : Adını duymadıkları, bölgesini bilmedikleri bir yer kadar uzaktı. Ama Sakarya, aynı zamanda, döşeklerinin altından akıyor, damarlarında akıyordu, o kadar yakındı onlara ve bütün Türkiye'ye. İşte bunu bilmemek bütün Türkiye gibi onları da deli ediyordu.

* * *

            Korkunç bilinemezin ağısı içlerinde, üç uzun, üç çok uzun gün daha geçirdiler, Zile ve civarında. Mesele çorap sökülür gibiydi. Her şey kolay ve umulmayacak kadar iyi geçti.

            Avni Bey'in hazırladığı oyun, yâni "Yunan bozuldu" haberi dağ dağ yankılanmış, rüzgârların yönünü değiştirmişti. Sayıları bin beş yüze yaklaşan kimi piyade, çoğu atlı âsî gelip heyete teslim oldu. (Sh. 99)

Hilmi Bey Yaveri İle.

Kemal Türker Fotoğraf Arşivi.

            Yunan can havline düşmüş kaçıyor, bir an önce inine dönmek istiyordu. Ama gereken hızla kaçmaya gücü yetmiyordu. Ne çâre ki, kovalama gücü de ona göreydi. Zaferin ve son darbeyi vurmanın hesaba kitaba sığmaz şevki kamçılamasa, zabitinden sakasına, namlularından katırlarına kadar bütün Türk ordusu, Sakarya'dan sonra oldukları yere kıvrılıverip, on gün uyanmamacasına uyumak isterdi.

            Bir taraftan askerdeki o şevk, bir taraftan da kumanda heyetindeki, Yunan'ın derlenip toparlanma ve yeniden cephe kurma ihtimali, akıl almaz kovalamayı yürütüyordu.

            Fakat büyük ve kesin sonucu önleyen yalnız kovalayanın bu durumu değildi. Bir de, Meclis'i ile, Meclis dışı ile Ankara'da büsbütün alevleniveren ikilikler, çeşitli kışkırtmalar yüzünden vahşîleşen politik çekişmeler vardı. Bunlar cephede de, cephe gerilerinde de büyük firelerin verilmesine sebep oluyorlar. Meselâ, düşman gerilerindeki çetelerin ye çeşitli kuvvetlerin teşkilâtlandırılıp vurucu hale getirilmesi için gereken çalışmalar fırsat bırakmıyor, hattâ bu işleri unutturuyorlardı.

            Sakarya'da alınan sonuç büyüktü, kaderin yön değiştirmesine eşitti. Fakat, maalesef, bunu şer cephesi ve tek tek çıkarcılar çok daha iyi anlamış ve bütün güçleri ile harekete geçmişlerdi. Bir taraftan Bolşevik Rusya'nın ve artık iyice dost görünmeye başlayan Fransa'nın propaganda faaliyetlerini en kesif ve şiddetli noktaya çıkarması, bir taraftan da “akıllı”ların, yâni her çeşitten çıkar düşkünlerinin sahneyi bin bir taktik ve yöntemle sarıvermeleri asıl hedefi de, eldeki imkânları da perdeliyor, hattâ unutturuyor. (Sh. 104)

Kemalettin ŞENDOĞDU'nun Verdiği Cam Negatif - 11.12.1939

            Ali Yusuf, Zile'den uçar gibi kaçmış ve soluğu Ankara'da almış, zehirini Meclis çevrelerine akıttıktan sonra da cepheye koşmuştu. Artık herkes - veya gerekenler, söz sahipleri - Zile başarısının sahibi olarak onu tanıyorlardı. Heyet işi zorlaştırmaktan başka bir şeye yaramamıştı. Şahidi de vardı : Hüseyin Salim.

            Hüseyin Avni, meseleyi bir türlü kürsüye getiremedi. Bütün teşebbüs ve çabalan aslını anlayamadıkları bir şekilde engellendi. Hüseyin Avni, heyet adına açıklamalar yapmak istiyordu. Kabul edilmedi. Hükümet sözcüsü Zile İsyanı’nın "kemâl-i muvaffakiyetle bastırıldığını tebşir" etti. Ali Yusuf adındaki zatın vatanperverane gayretlerini ve faaliyetlerini şükranla andı, heyetin sadece iyi niyetlerinden söz etmekle yetindi, bunu da apaçık bir soğuklukla yaptı.

            En karanlık günlerde, "Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak'" diye yürek narası atan, aynı inancı bütün Türkiye üzerinde estiren adama da acı acı gülümsemek kalıyordu. Ali Yusuf ise kâh gazeteci olarak başkumandanlık karargâhında kâh bir maliye sihirbazı olarak Ankara'da idi. Eskiden de olduğu gibi, onu pek az insan görebiliyordu. Fakat Meclis'e gireceği günler de gelecekti. (Sh. 105)

Dere Boğazı

Zile - Amasya Yolu

            Ermenistan, Azerbaycan, Kuzey Kafkasya ve Türkistan, Rus ihtilâlinden sonra bağımsızlıklarına kavuşmuşlardı. Zaten onları ihtilâle arka çıkartan da bu ümit idi.

            Çiçerin - ihtilâlin hariciye vekili - tam bir barbar kurnazlığı ile bu ümidi beslemeye devam ediyor, bilhassa Ermenileri, Türkiye'nin sırtından verdiği ganimetlerle kendi imparatorluğunu garanti altına alacak uykuya yatırıyordu. Rusya, Türk ve Müslüman katliâmına göz yummakla ve teşvikçi davranmakla kalmıyor, büyük Şark Yolu ile Şahtahtı Yolu'nu da Ermenistan'ın kontroluna bırakıyordu.

            Bunlar aslında Ankara'yı düşürmek için girişilmiş oyunlardı. Nitekim, Meclis çevresinde artık iyice yoğunlaşan propagandanın dayanak noktalarından biri de şu idi : Türkiye, Rusya ile anlaştığı takdirde, Ermeniler’in zulmü durdurulacak, yollar ve Şark vilâyetleri Türkiye'ye geri verilecekti. Bu propaganda - bir parça düşünebilenler için - Bolşevik plânının itirafından başka bir mâna taşıyamazdı. Türkiye razı olduğu gün Ermenistan'ın bir Rus sömürgesi olduğu ortaya çıkacak, sonra da sıra haliyle Türkiye'ye gelecekti.

            Nitekim, bunun böyle olduğunu kısa bir zaman sonra gördüler. Ancak bütün bunları böylece tahmin edenlerin yanıldıkları bir nokta vardı. Hakikati Paşa ve hükümet çevreleri de bilmekte idiler; harıl harıl çıkar yol arıyorlardı. (Sh. 116)

Tevsian Küşat ve Ekmekçiler Arastası Namı ile Yâd Olunan
Cadde-i Umumi Manzarasından (Zile – 1909)

http://www.zile.gen.tr

            Ali Yusuf, Paşa'ya her gün bir haber taşımıştı. Bunların hepsi de şaşırtıcı şeylerdi. İçlerinde en sudan olanı, belki de Akif'leri, Hüseyin Avni'leri, telâşa düşürüveren o "Üç Rus" hâdisesi idi. Ali Yusuf, Paşa'ya Zile İsyanını hazırlayan İngiliz - Rus uzlaşmasından, ileride kurulması için çalışılan sosyalist iktidarın kadrosuna varıncaya kadar bütün Rus niyet ve çalışmalarını bir bir anlattı, vesikalarını gösterdi.

            Böylece ortaya çok faydalı bir eleman, büyük bir vatanperver olarak çıkıyor, bundan da derin bir zevk duyuyordu.

            Budala ne kelime, en küçük ayrıntıları bile yakalayan ve değerlendiren bir zekâsı vardı. Durumu kavrıyor, gelecek için doğru hesaplar yapabiliyordu. Çok az yanılmış, onları da zararsız hale getirmesini becermişti. En büyük tehlikeyi Zile'de atlatmıştı. Artık kendisine büsbütün güveniyordu. Aslında ise onu bütün hayatı boyunca kurtaran ve kurtaracak olan nitelikleri arasında "sahne şöhreti"ne, "siyasî iktidarca metelik vermeyişini başa almak gerekirdi.

            Ali Yusuf önce bunların boşluğunu, geçiciliğini sezmiş, sonra da görmüştü. Siyasî tarih, hattâ tarih bilgisi yok denecek kadar azdı. Fakat o kadarcığı bile, meşrutiyetten sonra gördüğü ve içinde yaşadığı siyaset maceraları ile birleşince, sezişten yargıya geçmesine yetmişti :

            Dürüst olmak veya olmamak, kendini zerre kadar düşünmemek ve daima memleket menfaatlarına göre davranmak veya bunun tamamen aksini iş edinmek sonucu değiştirmiyor, koltuklar boyuna devriliyor; yeni isimler, daha parmaklarını bile oynatmadıkları halde, eski şöhretleri unutturuveriyor, silip süpürüyordu. Üstelik kelle vermeler, düşüşü bir sürgünle mal mülk kaybıyla atlatınca Allah'a şükretmeler de vardı. Ali Yusuf birçok kabineyi avucunun içi gibi tanımıştı. Kim namuslu, kim dalavereci, (Sh. 117)

 1939/Askerlik Şubesi Personeli (Kale)

            Ama Akif, bütün bunları bir kerecik olsun aklının kıyısından bile geçirmedi ve çoluk çocuğunu, evini barkını bıraktı; cebinde yedi buçuk kuruşla Anadolu'nun emrine koştu; bu uğurda yokluğun da, zorluğun da her çeşidini hiçe saydı, daha ilk adımında hayatını gözden çıkarmıştı; çünkü bir defa yaşanacağına inanıyordu o. Bir daha tekrarlanmayacak olan bu büyük ve kavranamayacak kadar dramatik oyunda erdemlerden başka neyin değeri olabilirdi, kazanç denebilecek şey, şeref ve haysiyet değil de ne idi? Erdemlerin en üstününe gelince, bu da, elbette, vatanseverlikti.

            Akif vatanını ırkından, ırkını da imanından ayrı tutmazdı. Ama onların tutkusu tekti ve Türkiye'nin, Türklüğün, Müslümanlığın kurtuluşundan ibaretti. Hasan Basri, işte, gecenin mutlak yalnızlığı içinde Allah'ı ile karşı karşıya iken, kendisi hesabına yapacağı yemini arkadaşları adına da tekrarlayabilir ve aksi çıkarsa başım verebilirdi ki, Akif'in de, öteki arkadaşlarının da bekledikleri en ufak bir çıkar yoktu. (Sh. 142)

Yozgat

Çapanoğlu Câmîi ve Külliyesi

            Hasan Basri bu noktada kendisinden belki kuşkulanır, ama Akif ve Avni için zerre kadar tereddüde düşmeden aynı yemini tekrarlayabilirdi. Hazırdı buna.

            Ve daha başka insanlar da vardı. Meselâ, bir Ali Yusuf vardı. Zile macerasından sonra Ali Yusuf'u artık biliyorlardı. Hem de bütün geçmişi ile birlikte. O çirkin geçmişi belki de bizzat Ali Yusuf'un duyabileceği endişeye eşit bir duyguyla unutmak isterlerdi. Ankara bütün hesapların silinip defterlerin yeniden açıldığı bir yeniden doğuştu. Öyle olmalıydı. Ve, bu millet için ne kadar böyle ise, insanlar için de aynı idi. "Kabul edilen ve kabul edilecek olan tövbeler" devri yaşanıyordu. Ali Yusuf'un bin beterleri için de açıktı bu tövbe yolu.

            Ama Ali Yusuf tövbe etmiyor, eski mizacına ve tutumuna yeni ve daha parlak şanslar arıyordu. Yalnız da değildi, sürüyle Ali Yusuf'lar vardı Ankara'da.

            Ve Sakarya galibiyeti, o güne kadar pek farkına varılmayan korkunç bir düğümün çözülmesine, sinmiş, pusuya yatmış kuvvetlerin meydana çıkmasına yol açmıştı. Bu kuvvetler üstelik yaman dövüşüyor, kavgada hiçbir kural tanımıyor, bütün faulleri biliyor ve sadece faullerle, kalleşliğin, gaddarlığın, hilenin bin bir çeşidi ile dövüşüyorlardı. (Sh. 143)

Şehir Suyu Mecrası (Su Akan Yer, Kanal) Ameliyatından (Zile – 1909)

http://www.zile.gen.tr

            Ama Hüseyin Avni tevkif edilir edilmez aklını da, mizacı haline gelmiş bulunan temkinini de elden kaçırıverdi, onda hiç görülmeyen, bu yüzden de samimi sanılan bir husumetle Avni Bey'i suçlamaya başladı. îşi, Hüseyin Salim ile Sadi'yi onun öldürmüş olabileceğini iddiaya kadar vardırdı :

            "Onlar, diyordu, Gazi'yi canlarından çok severlerdi. Bunu ben bilmeyeceğim de kim bilecek? Bir içtiğimiz su ayrı giderdi. Hele Salim., bilirsin işte; kardeşimden de yakındı hana, merhum. Sonra bizzat ben, onların Avni Bey ile Gazi için münakaşa ettiklerine kaç defa şahit olmuşumdur. Meselâ Zile'de..."

            Ali Yusuf'un bu kadar ileriye gitmesine de lüzum yoktu; zira, Gazi'nin kendisi dahil ona hemen hemen herkes inanıyordu. İsbat etmişti bağlılığını da, dürüstlüğünü de o.

            Fakat bir de, kuruluş şartları ve mahiyeti ne olursa olsun, adına mahkeme denilen bir merci vardı. îşler orada ve o çevrede başka bir yöne çevriliverdi.

            İstiklâl Mahkemesi tam bir temas sağlamak için Ankara'ya getirilmişti. Nitekim üyeleri de duruşma aralarında Çankaya'ya bilgi gönderiyor, akşamlan da kendileri giderek daha geniş izahatta bulunuyorlardı. Bu akşamlardan birinde, daha sofraya oturulmadan, hemen karşılaşır karşılaşmaz, Kel Ali, Ali Yusuf a :

            "Sana dostça bir tavsiye! Avni Beyin aleyhine çok konuşma!" dedi.

            Ali Yusuf bundan hiçbir şey anlamadı ve şaşaladı : (Sh. 216)

 Orgeneral Cemil Cahit TOYDEMİR

            "Sen benim hayatımı kurtardın Mehmet."

            Mehmet hâlâ Çanakkale tabyalarında idi :

            "Sen de başkalarına aynı şeyi yapmadın mı, kumandanım... Hem de kaç defa?"

            Gene güldü.

            "Öyle..."

            Halbuki Mehmet onun hayatını ikinci defa kurtarmış oluyordu ve asıl kurtarış şimdiki idi. O, nicelerinin bel bağladığı, nicelerin azmini, iradesini, yiğitliğini ve aklını övdüğü Hüseyin Avni, kelimenin tam manasıyla yarım kalan çavuşundan daha mı kötü bir savaşçıydı?

            Damarlarındaki kanın hızlandığım, adalelerinin kasıldığını duyuyordu. Mehmet onu, evet, ikinci defa kurtarmıştı. Mehmet, ona yenilmezlerden olduğunu hatırlatmıştı. Yapacağı işin, bu kaçışının rezilliğini ve günahını Mehmet ona düşündürmüştü.

            Kahvesini içerken iyice keyiflendi. Para nasıl olsa bulunurdu; değil mi ki, o içindeki yakışıksız gururu silkip atmış, hayatın içine, süngü hücumuna kalkar gibi, dalmaya karar vermişti. Gülümsüyordu. Hem para, para diye dert edindiği de ne idi? Han mı istiyordu, hamam mı?

            Allahaısmarladık diye ayrılırken dizlerinin üstüne çöktü ve itiraz etmesine vakit bırakmadan bu işi yaptı. Mehmet'in alnından öptü. Mehmet, utanmış olarak :

            "Gine buyur kumandanım... Ayağın da uğurlu geldi," diyordu. Hüseyin Avni'nin bulunduğu sırada dükkâncısına üç müşteri uğramış, alışveriş yapmıştı.

            Yaşayacaklardı elbette. Ve yaşamak dürüstler için, kalpleri yıkanmışlar için kolaydı.

            Hüseyin Avni Bey idrar şişesini Gureba Hastanesi'ne bırakmıştı. Sardığı gazete katlanmış olarak cebinde idi. Hastahanenin bahçesinde, bir bankta otururken eline değdi. Unutmuştu onu. Çıkarıp baktı. Kocaman bir haber :

            "Gazetemizin sahibi Ali Yusuf Beyefendi Türk-Yunan münasebat-ı dostânesi için dediler ki..."

            Avni Bey, Ali Yusuf'un ithalat ve ihracat işlerini düşündü. Dudakları gerilir gibi oldu. Ama çok sürmedi, mırıldandı :

            "Rapor, Allah'tan iyi gelseydi bari."

            Mühim olan, artık, sadece.. sadece çocukların sağ ve sağlam yetişmeleri idi. Ne Hüseyin Avni'ler ve ne de Ali Yusuf'lar gelip geçmişti bu köhne, dünyadan. (Sh. 229)

Zile İsyanı'nı Bastıran Amasyalılar Madalya Töreninde

 

Zile Makaleleri Sayfasına  

Dönmek İçin TIKLAYINIZ

YAZDIR