ANA SAYFA            
(Bu sayfa en son 25 Aralık 2007 tarihinde güncellenmiştir.)

 

 

DÂÜSSILA'DA
ZİLE BAĞLARININ
LÂLEY KİRAZ HASRETİ

Anı : Ahmet KÂĞIZMAN
aakagizman@yahoo.com.tr


Ahmet KÂĞIZMAN - Muammer EKEN Konseri

DÂÜSSILA'DA
ZİLE BAĞLARININ
LÂLEY KİRAZ HASRETİ
Bu anı
zileplatformu@googlegroups.com adresinde yayınlandı.

Ahmet KÂĞIZMAN

.

Dâüssıla

            Yazımın başlığını özellikle ‘‘Dâüssıla’’ koydum. Unutulan ve özellikle Arapça kökenli olduğu için kullanılmayan ve fakat, bu kelimenin yerine Türkçe olmayan, bildiğim kadarıyla Fransızca kökenli ‘‘nostalji’’ kelimesinin ikame edilmesine kendimce bir tepki idi bu kelimeyi koymaktaki maksadım.

            Evet, dâüssıla özlemini gidermek üzere Zile’ye bir gezi programı yaptık kardeşim Sadi ile. Hem eş dost ve akrabaları ziyâret edecek, arkadaşlarla hasret giderecek ve de Nevzat Pektekin kardeşimin nazik kiraz davetine icabet edecektik. Zira aylar öncesinden ‘‘Kiraza geleceksiniz değil mi?’’ diye tekraren soruyordu her telefon görüşmemizde. Programı kiraz zamanına ayarlamıştık. Ama kardeşimin işleri hareket tarihimizi on gün kadar ileriye attı; ne yazık kiraza yetişemeyecektik. Dört yıldır Zile’ye gitmemiştim, özlemiştim oraları, kiraz da bahane olsundu; ama ne var ki olmayacaktı.

            Rahat bir yolculuktan sonra Zile’ye vâsıl olduk. Ertesi sabah çarşıya indim. Nevzat’a bir şaka yapayım istedim. Geleceğimi bildirmemiştim. Telefon ettim İstanbul’daymış gibi. Bu yıl da gelemeyişimin mazeretlerini saydım kendimce. Davetine tekrar teşekkür ederek kapattım telefonu. Telefon ettiğim yerle Nevzat’ın dükkânı yüz, bilemedin yüz elli adım ya var ya yok. Beş dakika sonra karşısındayım. Nevzat’a güzel bir sürpriz oldu. Sarıldık kucaklaştık. Hal hatırdan sonra ilk sözü, ‘‘Ağacın birinde, hem de senin sevdiğin kirazdan bir dal hiç ellenmedi duruyor. Biri gelir diye bekletmiştim, size kısmetmiş.’’ dedi ve bir sürpriz de o yaptı.

            Biri gelir diye eğlediği kiraz ‘‘lâley’’… Hani o Zile’ye özel bir cins olan ve yediğinizde ağzınızda bir rayiha bırakan, lezzetini, tadını dilinizde damağınızda hissederken, koku duyularınızı da tatmin edercesine güzel bir koku yayan, o lâley kirazı…

            Hemen, ortak dostumuz olan Gömlekçi Hüseyin Ustamıza (Başpilavcı) haber verdi geldiğimi. On beş dakika sonra o da dükkândaydı. Keklik gibi sekerek girdi içeri. Sarıldık hasretle birbirimize. Aslanıma bak be, aynı bıraktığımız gibiydi. Şu anda son cümleyi onun farklı bir biçimde okuyup, algıladığını varsayarak gülümsüyorum içimden.. ‘‘Anlıyorsun ya ustacığım?’’

            Oracıkta bir bağ programı yaptı Nevzat. Sonra, program iki gün sonraya, Pazar gününe ertelendi ve bağa ailece gitmeyi kararlaştırdık.

            Zile’ye uzun zamandır gitmeyenler için hemen unutmadan söyleyeyim. Bağlar o sizin bildiğiniz ve hatırladığınız gibi değil artık. Bir çok hali vakti yerinde Zileli için bağ, bir prestij göstergesi olmuş. ‘‘Benim bağım güzel, yok benim ki daha güzel’’ gibi tatlı bir rekabet oluşmuş aralarında. Bağlar bakımlı. ‘‘devekler’’ yüzüne gülüyor insanın. Hemen birçoğunda elektrik ve su var. Artık kilimleri, minderleri götürüp, bulduğunuz düz bir yerde ağaca sırtınızı vermiyorsunuz. Yerde oturamıyorsanız hele de hissenize bir minder düşmemişse, ayıp olur diye bağdaş da kurmamışsanız, diz üstü oturmaktan uyuşan ayaklarınızı dinlendirmek için ikide bir ayağa kalkıp beş on adım yürüme ihtiyacı hissetmiyorsunuz. Tuvalet ihtiyacınız için tenha bir yer aramıyorsunuz artık. O, ‘‘gümele’’ dediğimiz barınaklar yerine güzel evler yapılmış bağlara. Mutfaklarında buzdolapları, fırınları olan, tuvaletlerinde suyu akan, boyalı badanalı güzel evler… Yalnız bana göre bir eksiklik var, gece kalınmıyor bağlarda. Belli bir saatten sonra bağlar terk ediliyor.

            Pazar günü ailece, çok Zileli’nin bakımlı bağlar arasında saydığı, Nevzat’ın ‘‘Ulupınar’’ mevkiindeki bağındayız. Hüseyin Usta Nevzat’a takılıp, onu kızdırmak istiyor anlaşılan. Kafasını Nevzat’a doğru eğip, bizlere bakarak ve bağın, Nevzat’ın eşi Meral Hanım’ın babası, rahmetli ‘Baba Rıfat’tan (Başdoğan) miras kaldığını ima ederek, ‘‘Sorun bakalım miras mı, miras mı?’’ diyor bizlere. Nevzat, bu sorunun ne anlama geldiğini anlıyor ve hemen itiraz ediyor. ‘‘Ne mirası canım, para verdim de aldım!’’

            Hemen özel bir misafir gelir diye ayrılmış olan kirazın altına gidiyoruz. Alt dallarında bir şey kalmamış ama, üstteki uç dallarda bir yanı sarı, bir yanı kırmızı top top lâleyler ‘‘Biz buradayız’’ dercesine rüzgârın da etkisiyle bize el sallıyorlar sanki. Nevzat aceleci; hemen bir ‘‘çöğmen’’ yapıyor uygun dallardan. Yaptığı çöğmenle bir dalı çekiyor ve sesleniyor ‘‘Gel üstadım bu tarafa gel, sen ustanın lâfına kulak asma. Bu tarafta daha iyileri var.’’ Sesinin tonundan ustaya kızgınlığının geçmediğini anlıyor ve ustaya bakarak gülümsüyorum.

            Nevzat’ın sesinin geldiği tarafa giderek, sol elimle usulüne uygun bir biçimde dala uzanıyorum. Dedem Çorapçı Osman’ın, çocukluğumuzda öğrettiği gibi, - çöpü ile, ama burçlarını kırmadan - gözüme kestirdiğim kirazları sağ elimle koparıyor ve ağzıma atıyorum. Şâirin ‘‘İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı.’’ dediği gibi ben de test için bir an gözlerimi kapıyor ve duruyorum. Evet… Evet evet. İşte o hâfızamdaki tat ve lezzet bu. Çok şükür hafızam beni yanıltmıyor.

            Bu arada Hüseyin Usta bir avuç dolusu kiraz uzatıyor ve ‘‘Al arkadaş, sen zahmet etme, hazırı var.’’ Ben bu teklife sıcak bakmıyorum. ‘‘Sağolasın Ustacığım, daldan koparıp yemek de ayrı bir zevk.’’ diye teklifini nazikçe geri çeviriyorum. Biraz sonra, ilerden Nevzat’ın sesi geliyor ‘‘Gelin gelin. İlerdeki kiraz daha güzel!’’ Ama ben bu davetten de pek memnun kalmıyorum. Zira, Nevzat’ın güzel diye bizlere yedirmek istediği kiraz ‘‘Napolyon’’… Ama ben ne yapayım Napolyon Kirazı?

            Tatsız tuzsuz, hattâ biraz da ekşimsi… İstanbul’da bunların daha gösterişlileri vardı. Biz çeke çeke, ta… buralara Napolyon Kiraz yemeye gelmedikti ya! Hafif ağırdan alıyorum. Gözüme kestirdiğim dalı çöğmenle yakalama telâşındayım. Bu arada dalı fazla çekip kırma endişesi taşımıyorum dersem yalan olur. Kırılsa da bir lâf olmaz ama, Nevzat’ın bu konulardaki hassasiyetini de iyi bilirim . Zira bir yıl aynı köyde - Üçköy - öğretmenlik yaptık birlikte. Bir yıl boyu yaptığım yemeği beğendirmek için bütün aşçılık maharetimi kullanırdım. O da bulaşıkları yıkardı.

            Avucumda biriktirdiğim kirazlardan koparırken, ezilenlerden parmaklarım bir birine ‘‘cip cip’’ yapışmaya başlamıştı. Bu da başka bir test idi lâley kiraz için…

            Nevzat, yeni yetiştirdiği kirazın özelliklerini anlatıyor. Yok efendim dayanıklı imiş, yok iri imiş, yok ağacı çabuk meyveye yatarmış.. falan filân. Dedikleri hiç kulağıma girmiyor, benim aklım halâ lâley kirazda. Karnım doydu ama, gözüm doymamış anlaşılan. Bu arada biri su motorunu çalıştırmış, havuza kuyudan bacağım kalınlığında su akmaya başlamıştı. Hüseyin Usta yine muzip. ‘‘Hooop…. arkadaşlar, patır patır akan suya imrenip de kirazın üstüne çok su içmeyesiniz ha… Sonra karışmam, demedi demeyin! Hem helâda da sıra var.’’ Espriyi anlayanlar basıyorlar kahkahayı.

            Hanımlar vazife başında yemek telâşındalar. Biz erkekler masanın etrafında oturmuş sohbet ediyoruz. Önümüzdeki yıl için, yazlığımın küçük bahçesine dikmek üzere birkaç kök ‘narince’ üzüm deveğinin bana nasıl ulaştırılabileceğinin hesabını yapıyoruz.

            Mutlaka hatırlarsınız, narince de Zile dışında pek görülmeyen nadir üzüm çeşididir. Tam fırsatıdır deyip, o usta dişçilerin elinden çıkmış, artist dişleri gibi sıralı ve gösterişli, fakat saman gibi lezzetsiz Amerikan mısırlarından bıkmış olan ben, birkaç ‘sonak’ yerli mısır siparişi veriyorum Nevzat’a. O da, ‘‘Gazetede 97/5 adı ile yeni bir mısır çeşidinin denendiğini okudum’’ diyor lâf arasında.

            Yavaş yavaş yemek kokuları gelmeye başladı burnuma; ‘helva buluyorlar’ hanımlar.  Tere yağlı miyane kokusu sardı etrafı, mis gibi kokuyor mübarek. Hüseyin Usta Tokat Kebabı hazırlıyor. Etleri, patlıcanları, kuyruk yağlarını aynen gömlek dikerken gösterdiği titizlikle şişlere geçiriyor. Bu arada çocukluğumuzun eğlence kaynaklarından  ‘’Deli Kemal’’den küçük anekdotlar anlatıyor.


Zile'mizin Yüreği Sevgi Dolu Unutulmaz İnsanları Çeltekli Mehmet - Ahmet ve Fehmi Beyler.
Foto Cafer Fotoğraf Arşivi http://public.fotki.com/zelanakkas/zilenin-delileri/

            Elindeki patlıcanlar Kemal’in 'Patlıcan' şarkısını çağrıştırmış olmalı ki, yavaşça o şarkıyı söylemeye başlıyor. ‘’Pat .. pat .. pat’’… ama arkası  gelmiyor. ‘‘Ustam, şarkının sonunu söylemedin’’ dediğimde, gözümün içine bakarak ‘‘Orası ‘ayıpsız’  söylenmez’’ diyor.

Çorapçı Kemal Abi

.Foto Cafer Fotoğraf Arşivi

            Israr edince de aynen Kemal gibi, ‘’Üzme beni yavrum, küserim sonra’’ diyerek güldürüyor biz dinleyenlerini. Ardından Kemal’in ağzından saz akordu yapıyor, Kemal’e gripin niyetine beyaz gömlek düğmelerini nasıl yutturduklarını anlatıyor. Biraz sıkıştırınca da aynı Kemal’i taklit ederek, bacak bacak üstüne atıyor ve ‘Elleme yavrum ırahat’ diyor ve bizi kırıp geçiriyor.

  
Turizm ve Tanıtma Derneği - 1968 Zile Çekimleri / Kameraman : Mehmet SEZEN

            Zaman geçmiş, haberimiz yok. İlerden Nevzat’ın gevrek sesi duyuldu. ‘‘Haydin beyler yemek hazır!’’

            Piknik masası gibi dizayn edilmiş masaya sıralanıp önce verilecek olan ‘fasulye kavurmasının’ servis edilmesini bekliyoruz. Ben masadaki ekmek dilimlerini göstererek ‘‘Fasulye kavurması ‘işgefe’ ile yenmez miydi beyler?’’ diye bir lâf atıyorum ortaya. Ama itiraf edeyim ki yemek işgefesiz de güzeldi. Fasulyenin cinsini merak ediyorum. Bu konularda meraklıyımdır; zira bildiğim bir tat değildi damağımdaki. Nevzat’a soruyorum..   o da bu konuların uzmanı ya.. ‘‘Ziraat’’ diyor bilgiç bir tavırla. ‘‘Yeni çıktı’’.

            Zile programı dolu dolu geçti. Bundan sonra iki günlük Niksar programı var. Bacanağım Necmettin Niksar’da, uğramazsak ayıp olur şimdi. Bacanağımın Niksar Ovası'na hâkim, gündüzün yemyeşil bir tablo gibi, geceleri ovadaki yerleşim yerlerinde yanan ışıklardan pırıl pırıl manzaralı balkonundayız. Söz Zile’den, kirazdan açılmış, övüyoruz  Zile’nin lâley kirazını. Bizim bacanak emekli ziraat teknisyeni. Meyveyi, sebzeyi, ağacı biliyor. Niksar’da yeni bir kiraz çeşidinin denendiğini, adının da 0 - 900 olduğunu söylüyor, vasıflarını sayıyor bir bir. Ben, bizim lâley'e kuma geliyormuşçasına kıskanıyorum yeni yetiştirilen kirazı. Niksar'dan, Canik Dağları'nı aşıp Ünye’ye iniyoruz. Zira Karadeniz sahilini takip ederek döneceğiz İstanbul’a..

Karadeniz'de Bir Boğaziçi : Ünye

            Karadeniz sahil boyu başlı başına bir güzellik, anlatmakla olacak gibi değil.. gezip görmek lâzım. İlk durağımız Sinop olacak. Bir gün orada kalıp devam edeceğiz. Gerze’de,  şehri şöyle bir görelim diye mola verdik. Sahile doğru inerken, Samsun’dan itibaren yol boyu, kamyon ya da traktörlerle pazarlara sevk edilirken gördüğümüz kavunlardan oluşmuş bir sergi gördüm. ‘‘Yolda yeriz, alayım’’ dedim ve kendi usulümce iki tane iyi kavun seçtim.  Parasını verirken satıcıya sordum ‘‘Hemşerim bu kavunun cinsi nedir?’’ Köylü, ‘‘C - 1 efendi’’ diye cevap verdi. Allah Allah, C - 1 de ne acaba? Anlamsız bir cevap. Dik dik  yüzüne baktım adamın ve ‘‘C – 1 de nedir be emmi, bu kavunun doğru dürüst bir adı yok mu?’’ ‘‘Bilmem be efendi, tohumunu alırken C - 1 diye istiyoruz, onlar da veriyorlar’’ diye karşılık verdi kavuncu. Halâ adamın gözündeyim. Köylü, bakışımdan ya mahcup oldu ya da rahatsız… Gözünü gözümden kaçırdı.

Ahmet GÖKAY ve Kâzım Bey'in Ortaklarıyla Aldıkları Bodur Meyve Bahçesinde Yetişen Salatalık ve Karpuzlar
 
Fotoğraflar : M. Ufuk MİSTEPE 06.10.2007 Zile

            O an beynimde bir şimşek çaktı aniden ve bir an durdum. Bir şeyler oluyordu veya olmuştu da haberimiz yoktu. Fasulye yemiştik, şifreli bir ismi olan… Yeni bir cins kiraz deneniyordu 0 - 900 numaralı... Mısır ekiliyor 97/5 adı ile… Artık meyveler, sebzeler kodlanmış da biz duymamışız. Öyleyse yarın sıra bizlere de gelir miydi acaba? Ha… böyle de bir şey olursa şaşmamalıydık.

            O anda ne aklıma geldi biliyor musunuz? Yıllar önce cadde ve sokaklara numara verilmişti bazı şehirlerde. I. Cadde, 5. Cadde, 35. Sokak diye. O zaman da yadırgamıştım ve garibime gitmişti. Sonra bazı yabancı filmlerde mahkûmlar tanımıştık isimleri olmayan. Gardiyanlar tarafından 315 numaralı, 1741 numaralı mahkûm diye çağırılıyordu bu insanlar.

            Demek ki bazıları için sokaklar, beş - on metre eninde veya yüzlerce metre uzunluğunda bir yürüme alanı idi anlaşılan. Ama bu rakamlar o sokağa, Menekşe Sokağı'nın, Mor Salkım Sokağı'nın, Deve Bağırtan Yokuşu'nun, Lâleli Caddesi'nin hâfızamızda bıraktığı duyguyu ve yankıyı bırakmadığı gibi caddeye bir hüviyet de  kazandırmıyordu. Aynen o sinemadaki mahkûmların birbirlerinden farkları ve hüviyetleri olmadığı gibi.

            İyisi kötüsü, güzeli çirkini olmayan, hep acı veya hep tatlı, hep güzel veya hep çirkin, dolayısıyla birbirinden farksız öğelerden oluşan veya gördüğünüzün, işittiğinizin sizde hiçbir müspet veya menfî bir duygu oluşturmadığı tek tip  varlıklardan müteşekkil bir dünya özlemi miydi acaba bu gayret? Endişemi mâzur görün lütfen. Pek evhamlı biri değilimdir ama bundan bir hayli pirelendim.

            Haksız mıyım.. A - 387 Muharrem?

                                                                                                    Ahmet Kâğızman
                                                                                                            24 Aralık 2007
 

Zile Makaleleri Sayfasına  

Dönmek İçin TIKLAYINIZ

YAZDIR