ANA SAYFA            
(Bu sayfa en son 03 Mayıs 2005 tarihinde güncellenmiştir.)

 

 

ŞEHRİN
SAHİPLERİ

Makale : Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU
(Edip, Muharrir, Tarihî Romancı, Yazar, Öğretmen)


Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU

ŞEHRİN SAHİPLERİ
(Makaleyi Gönderenler : Bekir ALTINDAL ve Bekir AKSOY)
(Zaman Gazetesi'nin 06.03.1997 tarihli Perşembe Yazıları Köşesinde Yayımlandı.)

            Benim doğduğum evin bulunduğu sokak mahallesiyle birlikte, komşu bir iki  mahalle gibi şimdi SİT alanı adı altında korunmaya alınmış; son gidişimde öğrendim. Kim düşündü, kim karar verdi ise iyi bir iş yapmış.

Amasya Caddesi'nde Sepetci Sokak Çıkmazı

Fotoğraf : M. Ufuk MİSTEPE - 10.02.2003

            Her ne kadar eskiliği pek uzun bir geçmişe dayanmıyor ise de oradaki evler genel görünüşleri ve bir aradalığın özgünleştirdiği havasıyla bizim eski Türk yapısı evler ve sokaklar hakkında yeterince bilgi verebilecek durumdalar. Eh, bu kadarı bile, şu günlerin yenileşme uğruna taşlaşmış yapılarına karşı bir ruh sığınağı olması bakımından örneklenmeye yeter de artar bile!


TGRT KEŞİF Programı - Sunucu Yeliz PULAT - 12.09.2001

            Zile, aslında birkaç bin yıllık bir kent; Hitit Krallığı'nın önemli bir toprağı olduğu kadar Romalılar için de, Sâsâniler için de hep merkez şehir havasını taşımış, Selçuklular ile birlikte Türkleşip İslâmlaşması muhakkak ki kentin bütün dış yüzünü ve iç yüzünü değiştirmiş; yepyeni bir ruh şehire sahiplenivermiş ve bir daha da terk etmemiş sahiplendiğini.

            Bir vakitlerin putperest hevesleri hiçbir iz bırakmadan silindir ve karanlığa karışırken İslâm'ın bir kere daha yoğurduğu ve yenilenmelerde pişirdiği Türk ruh yapısı toprağa sinmiş, havasına serpilmiş, suyunda kaynaşmış... Zile'yi arıtmış.

          Bunu böylece gördüğüm ve o şehiri bütünüyle içinde yaşayarak öğrendiğim için bizim kasıtlı olduklarını çok iyi bildiğim, değil ise uyanması zor aptallık uykularının uyanmazı olduklarına inandığım birtakım yazar çizerlerin, Anadolu ve Rumeli topraklarımız üzerinde mozayikler dolduruşunu her vakit safsata saymışımdır.

          Mozayikler, bilirsiniz belli irilikte ufaltılmış taşçıklardan yapılmış resimler, bezemelerdir. Özellikle Bizans vurgunlarının baş tacıdır. Bir vakitler büyük yapıların dış yüzeylerini de böylesine kapladılar idi.

          Mozayiklerin bir arada belli bir resmi veya bezemeyi oluşturabilmesi için güçlü ve dayanıklı yapıştırıcılara ihtiyaç duyulur. Yapıştırıcı güçsüz ise mozayiğin taşçıkları tutmaz, dağılır gider, bezeme bütünlüğü de yok olur, parçalanma o anda başlar.

          Bezeme bütünlüğünde belli bir anlamı bulunan her renk dağılma ve parçalanma ile anlamsızlaşır, değerini yitirir, tozlaşır; sonu yokluktur!

          Anadolu ve Rumeli topraklarımız üzerinde varlığı belirsiz mozayiklerden bu yüzden sık sık söz edilir. Osmanlı'nın bir mozayikler karışımı olduğu belirtilirken duydukları hazzı sezmemek imkânsızdır. Bugünkü kültürümüzün temel yapısı ve asıl süsleri olarak bu mozayik inancı ve benzetmesi öncelikle belirtilmez ise o yazar veya ilim adamı önemsenmez bile.

          Mozayikten kasıt da Bizans kalıntılarıdır, Yunan ve Roma döküntüleridir, Hitit'dir, Lidya, Frikya, Likya yığıntılarıdır. Onlara göre bizi bunlar biz yapmıştır.

            Özellikle dikkat etmişimdir, bu mozayik sapkınlarının hemen hepsi dili ve dini önemsemez yazılar yazar; Türkçe ve Müslümanlık karşıtı düşünceleri yazmayı ilericilik bilmiş kimselerdir. Çünkü benzettikleri mozayikleşmeyi bir arada tutan, bütünleşmeyi sağlayacak yapıştırıcı dil ve din birliğidir; dil ne kadar çabuk bozulur, din ne derece sulandırılıp yozlaştırılırsa mozayiğin dağılması, bezeme bütünlüğünün parçalanması da o ölçüde çabuklaşır ve kolaylaşır.

            Türkiye bütünlüğünün parçalanması için bir mozayik halk ve mozayik kültür lâfı uyduracaksın önce, tekrarlaya tekrarlaya benimseteceksin, sonra da mozayiği bir arada tutan yapıştırıcıyı, dili ve dini yozlaştıracak güçsüzleştireceksin!

            1960'lı yılların başlattığı, 1970'li yılların hızlandırarak günümüzde modalaştırdığı çarpık gayretler böyle idi. Fakat konumuz bu değil. Ve zâten 1938 yılı içinde de sonraki yıllarda da Türk halk ve kültürünü mozayikleşmiş bir yapıda görmek de, düşünmek de o kadar ortalığa düşmemişti.

            Biz, şimdi SİT alanı diye belirlenen sokağımızda, öteki sokak ve mahallelerde olduğu gibi bir bütünlüğü ve birlikteliği ortaklaşa yaşıyorduk. Sokağın evleri yirminci yüzyılın başından beri, hattâ bir önceki yüzyılın son yarısından devraldığı yaşama biçimini hemen hemen hiç değiştirmedi; yapıların genel görünüşünü de!

            Yenilenilenleri bile eski görünüşte yeniydi. Öyle ki yıllar, çok yıllar sonra akşama yakın bir ekim vakti saatinde Semerkant'ta, Emir Timur Türbesi'ne açılan sokakta yürüyor iken birdenbire kendimi Zile'de, Sepetçi Sokağı'nda yürüyor sanıvermiştim.

            Sokağın başında birileri alelacele çamur karıyordu; toprağı suyu samanı karıştırıyor, beri yandaki kaba tahta kalıplara kerpiç döküyorlardı, gece suyunu çekecek olan kerpiçler gündüzün güneşinde kuruyacak, sonra tuğla yerine duvara dizileceklerdi. Sokağın toprak yolunda bir orta çizgide incecikten sızmış sular yol yol akıyor, kaba tahta çerçevesi boyasız pencerelerde kimi işlemeli beyaz bez perdeler, ucuzundan, yarım sıkımda içeriyi dışarıdan saklıyor, on beş mumluk bir kör kandil elektrik lâmbası olanca çıplaklığıyla tavandan sarkmış, eskimiş çam tahtasından gömme dolap kapaklarını sarı sarı aydınlatıyordu.

            Hatıları ve latalarıyla sanki Zile'de bir ev içi, Semerkant'ın bu sokağında her an yalnızlaşıvermeğe hazır geceyi akşamın garipliğine sarınarak usul usul ve sezdirmeden getiriyor, sokağı sarıp sarmalamaya seğirtiyordu.

            Zile'de, 1938 yılı akşamlarında evler ve sokak böyleydi; Semerkant'ta 1978 yılı Ekim akşamında da aynı sokak, aynı evler, aynı akşam.. hiç değişmemişçesine yaşanıyordu! Mozayik kültür dedikleri bu mu? Böyle mi olur? Belki bin yıllık arayla aynı ömrün devamını yaşadık biz bu yanda, yaşıyoruz da ve yaşayacağımız gibi!

            Gelgelelim, 1938 yılında bunları böylesine bilemezdim. Bilebildiğim bu sokakta yaşayan kişilerin yoksul kişiler olmasa da varsıllar arasında da sayılamayacağı kesinliği idi. Orta halliyle yakıncaydı bir kısmı, varlıklısı zaten göze batıyordu ve o yıllarda göze batmak hoş karşılanmazdı; yoksulu ise ezilmiyordu, kollanılıyordu.

            Yüzyılın başlarında sanırım sokak belli başlı birkaç ailenin geniş bahçeli, epeyce geniş evlerinden oluşmuş. Zile'yi, Ulu Câmi'nin önünden başlayıp şehir dışına çıkaran Amasya Caddesi dört anayoldan biri idi ve bizim Sepetçi Sokağı çıkmazı bu caddeye ağız açıyordu.

            Ana giriş kapısı bu caddeye bakan fakat ikinci katının ihtişamı Sepetçi Sokağı'na şan vermiş padişah İkinci Abdülhamid Han fermanlı Mekteb-i İbtidâi (ilkokul karşılığı), benim çocukluğumda ancak birinci katında oturulan boşça bir konak durumundaydı, babam orada okula başladığını söylerdi.

            Bizim evimiz ibtidâinin bitiminde başlar, sokağın ortalarına kadar gelir.. imiş; karşımızda Âşıkların Evi diye bilinen, sonraları dörde, beşe bölünmüş ev dizisi, bizden sonra Zorbalar'ın geniş bahçeli ev dizisi ve böyle böyle birkaç ailenin birkaç ev dizisi sokağın çıkmazlarına kadar yerleşir giderdi ve bu sokak, böylece, benim çocuk gözlerime çok, pek çok büyük, hele gece vakti, çok pek çok esrarlı görünürdü.

a) Seten Taşı, b) Soku ve Tokmakları, c) Bulgur El Değirmeni.

Fotoğraflar : Orhan YILMAZ/Küçüközlü Köyü - 29.10.2003

            Biraz ötede iki çıkmaz ağzında kocaman mermerimsi taştan oyulu "soku" denilen bir oyuk taş yerleştirilmişti; sokağın gelinleri ve genç erkekleri sıra ile orada bulgur döğerlerdi, buğdayın kepeğinden ayrılarak, nefis bulgur pilavlarının ham maddesini oluşturan bulgur, imece usulü ile o sokuda oluşturulurdu. Soku, özel bulgur tokmaklarıyla birlikte sokağın ortak malıydı. Yeri geldiğinde daha genişçe anlatacağımı umuyorum.

Women making bulgur

Ressam : Atanur Doğan

            Sokağın bütün süsü ise, tam bizim evimizin önünde, karşılıklı iki ev duvarı arasına gerili telde asılmış yanan 25 mumluk ampulü ile elektrik lâmbasıydı.. sarı, ölgün ışığıyla fırtınalı gecelerde yalap yalap salınır, arada bir çıkartılı ışık kıvılcımları saldığı da olurdu, öylesi bir köhne elektrik lâmbasıydı fukara, fakat bizim tek süsümüz idi ve öteki sokakların çoğunda o da yoktu.

            Aileler genişledikçe evler parçalanmış, ölümler geldikçe parçalanan evler satılmış, değişik insanlar değişik yüzleriyle sokağa yerleşmiş, yerlileşmiş kıt kanaat geçinir insanlar gepgeniş yürekleriyle gelip geçerler, sabah namazı saatinden yatsı vakti sonuna kendilerince sessiz, olmayanları ellerinden geldiğince az gürültülü bir ömrü yaşayıp giderlerdi.

            Bir köy köy dolaşır gezer kalaycı, iki üç köy berberi, bir lehimci, bir müezzin.. bu sonuncusu başlangıçta ayakkabı onarımında eskicilik yapıyorken sesinin olağanüstü güzelliğiyle Ulu Câmi müezzini olmuştu, makam üzre ezan okuyuşu bu yandan Amasya'ya o yandan Yozgat'da ünlenmişti.

            Sokakta birkaç odacı, bir mübaşir, bir fırın hamurkârı, bir gırnatacı artık yerlileşmişti. Gırnatacı Belediye Bandosu'nda klârnet çalar, kapanda ayakçılık yaparak geçinirdi; köylülerden üçe beşe aldığını toplar götürür tüccara dörde beşe satar, ondalığını çıkarırdı.

Zile Belediye Musikası (Zile – 1909)

http://www.zile.gen.tr

            Bazen, soğuk kış gecelerinde, ısınmış ısınmış sesiyle sokağa doluveren klârnet sesi, benim çocuk gönlümde uzak hayaller çağrıştırırdı, hayallerin ne olduğunu da bilemezdim. Klârnet sesini halâ severim.

            Bir de fırıncı kadın vardı komşularımız arasında; ibtidâinin hemen bitişiğinde, bizim en eski evimizin bahçesinde yapılmış bir yoksulca evde yaşıyordu. Bahçesine bir fırın yapmıştır kocası, sanırım dülgerlik ile geçiniyorlardı aslında, köylerde bulabildiği işlerle uğraşır, bir gitti mi altı ay gelmezdi.

            Zöhreba (Zehra Abla) diye çağırılan kadının fırını, sokağın ve çevre sokak evlerindeki hanımların uğrağıydı. Haftanın iki günü yaktığı fırınında kadınlar, evlerinde yoğurdukları hamurları getirirler, kara somun ekmeği pişirirlerdi.

Hamur Açan Kadınlar - Kemal TÜRKER'in Tablosundan.

Kaynak : "Zile 94" Kitabı

            Kara kepekli undan, pek lezzetli somunlar kolayına bayatlamazdı, misk gibi kokularıyla fırın günleri bütün sokağı doldururdu. Her on somundan biri pişirici fırın sahibinindi; fırını ısıtan çalı çırpıyı da arada sırada kadınlar getirirdi.

            Fırın günleri yaza gelmiş ise, soğumaya bırakılan fırına akşam için güveçler salınırdı. Güveç başına sanırım bir kuruş alırdı Zöhreba, kış ise ve fırın günü Cumartesi'ye denk düşmüşse, Pazar sabahı kahvaltısına hazırlanmış keşkek kazanları fırına sürülürdü.

5 Kuruş (6 Ağustos 1332 tarihli kanun mucibince)
Darb-ı fi Konstantiniyye - Devlet-i Âli-i Osmaniye

Bekir AKSOY Koleksiyonu

            Kazanlar, her evin baş sayısına uygun tencerelerdi. Büyüklüğü ne olursa olsun tencere başına beş kuruş ödenirdi. Keşkek pişirmek zor iş idi çünkü, bütün gece fırında kalırdı. Arada bir Zöhreba uyanır fırına bakardı, şarttı bu, yoksa keşkeğin yüzü yanar, dibi sarar lezzet yerine tencere lezzetsizlik kaynatırdı. Alınan beş kuruş bu dikkatler ve zahmetler içindi.

            Keşkek pek özel bir kış yemeğidir, çünkü özellikle güzün etlik yapılırken eti sıyrılmış kaburga kemiklerinin güneşte kurutulmuşu, keşkeklik döğme buğday ve kokusu nefis tereyağının lezzetlendirici otlar ile, nane, reyhan, dereotu gibi kurutulmuşlarının, karışımının fırın sıcağında pişirilmesini gerektirir; ağır ağır!

Fırında Köy Ekmeğinin Pişirilmesi

Fotoğraf : M. Adnan ŞAHİN Arşivi - Murat ORUÇ

            Pazar sabahı, kış günü soğuğunda fırından çıkartılmış keşkek kazanı yer sofrasının ortasına konulduğunda.. kapağı açılıverince fışkırıveren sımsıcak buğular çevresine lezzetlerin lezzetini dağıtıverirdi ve ilk kaşığı ilk bismillâh ile evin büyüğü tencereye salıverirdi. Sanki bir gizli sıyırtı, soğukça kaşığın maden parıltısının sıcacık keşkeğin yumuşacık bağrına yaslandığı andaki sıyırtı.. daha duyumsandığı anda fışkıran lezzet, tarif edemezsin ki!

            Keşkekli somunlu o fırından Zöhreba bir oğul büyüttü ve o oğul, Meclis'e kadar gitti, bir dönemin Milletvekili olmasını başardı.

Ressam Nihat AKYUNAK

1964 - İstanbul

Yine o sokaktan bir ev,
Âşıkların evi, bir ressam büyüttü;
tanınmış bir ressam olarak ölen o komşunun da oğlu
şimdi Senfoni Orkestrası'nda trompetçi.

.
Sepetci Sokak

Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU, Ressam Nihat AKYUNAK
ve Âşıkoğlu Necati AKYUNAK'ın bu sokaktaki evleri karşı karşıyadır.

            Daha birçokları, evlere, sokaklara, mahalleye ve kente, bizlerden çok daha fazla sahiplenerek büyüdüler. Zile'den ayrıldılar, sevgili yurdun her yanına dağıldılar. Fakat asıl sahipler, onlar, halâ oradalar; kıyamet gününe kadar da orada, yerlerinde durup görevlerini yapacaklar, şehri bekleyecekler.

ZİLE YOLLARI

Uzayıp giden o tren yolları,

Açılıp sarmıyor âşık kolları.

Kiminin kızları, nazlı dulları,

Açılıp sarmayan âşık kolları.

 

Bir beyaz mendilin sallanışını,

Unutmam o gece ayrılışını.

Silemem gözümün coşkun yaşını,

Uzayıp giden o Zile yolları.
16.03.1956/Kars

 

Rahmetli Âşıkoğlu Necati AKYUNAK
(14.07.1933 - 01.04.2003)

            Onların kimliğini, görevlerinin niceliğini bir akşam üstü saatinde öğrenmiştim. Pencereden bakıyorduk. Annem, taa karşı dağın tepesinde kızılını sürdüren günün en son ışığına dalmıştı, pır pır bir akşam sökün etmiş gelmekteydi.

Nihat Akyunak

46 x 37,5 cm Duralit Üzerine Yağlıboya
Nihat Akyunak

(Mayıs 1922 Zile - 1986 Selçuk)

            Annem epeyce dalgın bakmaktaydı, bakışları karşı dağın belirginleşen akşam saatine sanki yakalanmıştı. Sonra dudakları titredi, bir şeyler okudu, üflercesine nefeslendi. Sonra da ellerini yüzüne sürdü, pencereden çekildi.

            Sordum : "Üşüdün mü?" "Yok, hayır, aksine ısındım." dedi. Gücüme güç geldi. "Neden?" "Aslan dededen.. o dağın tepesinde yatan evliyâdan güç buldum." "Kim ki o? Nasıl bir güç taa oradan?"

Hüseyin Gazi Tepesi ve Yatırı

Fotoğraf : Mustafa BELDEK - 01.05.2005

            "Bizim bu şehiri dağlar çevirir, her tepede de bir eren yatar, oralardan biri Aslan dededir. Horasan'dan gelmiş, kâfir elinden Zile'yi kurtarmış.. derler. Onun gibi Şeyh Ahmet Dede, Hüseyin Gazi, İsmail Dede...

Hüseyin Gazi Tepesi'ne Adını Veren  Zatın Tepedeki Mezarı ve Ardıçlar

Fotoğraf : Prof. Dr. Ali ÖZÇAĞLAR 1981 - 1982

            İşte öyle hepsi, her biri bir dağ başını yer edinmiş, oradan bizi gözler korurlar. Bu akşam yalnızlığında her yer evlâdım, bir Fâtihacık gerekir diye düşündüm.. bizi bekleyeni biz unutursak.. yaa? Gücüm o yüzden."

            Yıllar sonra bu toprakları yurtlaştıran insanların kutsal savaşlarını okuyunca o akşam yalnızlığında büyüyüvermiş yatırları da düşünmüştüm, bir daha unutmadım.


 

Zile Makaleleri Sayfasına  

Dönmek İçin TIKLAYINIZ

YAZDIR