ANA SAYFA            
(Bu sayfa en son 17 Şubat 2007 tarihinde güncellenmiştir.)

 

 

CAHİT KÜLEBİ
ZİLE'NİN KUVAY-I
MİLLÎYECİ ŞÂİRİ

Derleme : M. Ufuk MİSTEPE
(Araştırmacı - Orman Endüstri Yüksek Mühendisi)

Cahit Külebi
http://www.kultur.gov.tr/portal/turizm_tr.asp?belgeno=21196

             Zile'nin Çeltek Köyü'nde doğmuştur (1917). Kendisine Mahmut Cahit adı verilmiş, ailesi yasa çıktıktan sonra Erencan soyadını almış, şair ise takma Külebi soyadını sonradan "tescil" ettirmiştir. Ortaöğretimini Sivas Lisesi'nde yapmış, Mülkiye'ye ve Tıbbiye'ye girmesi öğütlenen Külebi, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu'nu tercih etmiş ve buradan mezun olmuştur (1940). Öğretmen Okulu'nda iken Reşit Rahmeti Arad'ın yardımıyla Almanya'ya giderek Fransızca'nın yanında Almanca öğrenmiştir.

            Askerliğini bitirdikten sonra (1942), Antalya Lisesi Stajyer Edebiyat Öğretmenliği'ne atanmıştır (1943). Daha sonra Ankara Devlet Konservatuarı Edebiyat Öğretmeni olmuş, aynı okulun Müdür Başyardımcılığı'na getirilmiştir (1951), ardından da Ankara Gazi Lisesi Edebiyat Öğretmeni olmuştur (1954). Külebi, daha sonra Millî Eğitim Müfettişliği yapmış (1956), ardından İsviçre Bölgesi Öğrenci Müfettişliği ve Kültür Ataşeliği'ne atanarak yurt dışına gitmiştir (1960). Yurda döndükten sonra (1964), müfettişlik görevini sürdürmüş, bu görevdeyken birkaç kez Devlet Konservatuarı Müdürlüğü'ne vekâlet etmiştir. Kültür Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı'na getirilen (1969), bu görevinden ayrılarak (1971), eski görevi başmüfettişliğe dönmüş, kendi isteğiyle emekli olmuştur (1973).

            1972 yılında yapılan Kurultay'da Türk Dil Kurumu Yönetim Kurulu'na seçilen Külebi, emekli olduktan sonra kurumun Yayın Kolu Başkanı olarak görev yapmış, daha sonra Genel Yazmanlık'a getirilmiştir (1976). 12 Eylül'den sonra bu görevinden istifa etmiş (1983), SODEP kurucuları arasında yer almış, ancak kurucu üyeliği veto edilmiştir.


http://www.balca.net/duygularim10051

             Yazın Yaşamı

            Cahit Külebi, "ilk şiirlerini daha lise öğrencisiyken, Sivas Erkek Lisesi'nin 'Toplantı' adlı dergisinde yayımlamış, Yücel Dergisi'nde 'Sivas Erkek Lisesi - Ahmet' imzasıyla bir şiiri çıkmıştır (Mayıs 1935). İstanbul'a geldikten sonra Gençlik Dergisi'nde Mahmut Cahit imzasıyla iki, Nazmi Cahit imzasıyla da iki şiiri yayımlanmıştır. Daha sonra Cahit Erencan adıyla Sokak, Gençlik ve Varlık Dergileri'nde de şiirleri çıkmıştır. Bir ara babasının aile adı Gullebi'den yararlanarak Külebi adını kullanmaya başlamış, Külebi'yi sonradan soyadı olarak tescil ettirmiştir." Külebi 1940 Edebiyat Hareketi içinde etkin bir rol oynamamasına, hiçbir gruba ve eğilime katılmamasına rağmen şiirini kabul ettirmiştir.

            Cahit Külebi Yeşeren Otlar adlı kitabıyla Türk Dil Kurumu Edebiyat Ödülü'nü (1955), Yangın adlı kitabıyla da Yeditepe Şiir Ödülü'nü (1981) kazanmıştır. Külebi'nin bazı çevirileri de yayımlanmıştır.

SEÇME ŞİİRLER
   
ADAM Yayıncılık

             Yapıtları

             Şiir :

            Adamın Biri (1946), Rüzgâr (1949), Atatürk Kurtuluş Savaşında (1952), Yeşeren Otlar (1954), Süt (1954), Türk Mavisi (1973 - Seçmelerle birlikte), Yangın (1980).

YURDUM

1917 senesinde topraklarında doğmuşum,
Anamdan emdiğim süt çeşmenden, tarlandan gelmiş,
Emmilerim sınırlarında seninçin dövüşürken ölmüşler,
Kalelerinin burcunda uçurtma uçurmuşum.
Çimmişim derelerinde,
Bir andız fidanı gibi büyümüşüm
topraklarının üstünde.
Koca koca kamyonlara binmişim
Daha büyük şehirlerine okumaya gitmişim,
Eşkıyalar yolumu kesmiş, alacak şey bulamamışlar.
Topraklarının üstünde
Top oynamış, âşık olmuş, düşünmüş, ahbap edinmişim.
Kederlendiğim günler olmuş, nâçar dolaşmışım sokaklarında
Sevinçli günlerim olmuş,
başım havalarda gezmişim.
Bağrımı açıp ılgıt ılgıt esen serin rüzgârlarına
İlk önce kıyılarından denizi seyretmişim
Issız çorak ovalarında günlerce yolculuk etmişim.
Ağladığım senin içindir!
Güldüğüm senin için;
Öpüp başıma koyduğum ekmek gibisin!
 

         Toplu Basımlar :

            Şiirler (1969), Sıkıntı ve Umut (1977), Bütün Şiirleri (1982).

            Düz Yazıları :

            Şiir Her Zaman (1985), İçi Sevda Yolculuk (1986).

CAHİT KÜLEBİ
http://www.siir.gen.tr/siir/cahit_kulebi/
Hazırlayanlar : Gülgün Demirci , Tuğrul Asi Balkar

YAPITLARI

Adamın Biri (1946)
Rüzgâr (1949)
Atatürk Kurtuluş Savaşında (1952)
Yeşeren Otlar (1954)
Süt (1965)
Şiirler (1969)
Türk Mavisi (1973)
Sıkıntı ve Umut (1977)
Yangın (1980)
Bütün Şiirleri (1982)
Güz Türküleri (1991)
Bütün Şiirleri (1997)

 İçi Sevda Dolu Yolculuk

ADAM Yayıncılık - 125 sh.

ÖDÜLLERİ

1955 Türk Dil Kurumu Edebiyat Ödülü
1981 Yeditepe Şiir Armağanı

ŞİİRLERİ

Bilinmeyen
Cebeci Köprüsü
Harp İçinde
Hikâye
Istanbul
Özlem
Rüzgâr
Sabret
Sevda Bahçesi
Sıvas Yollarında
Uçak Yolculuğu
Yeşeren Otlar
Yirminci Yüzyılın İlk Yarısı
Zerdali Ağacı

 YAŞAMI

            Cahit KÜLEBİ

            1917 yılında Tokat'ın Zile İlçesi, Çeltek Köyü'nde doğdu, 20 Haziran 1997 tarihinde Ankara'da öldü. İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. Liselerde ve konservatuarda Edebiyat Öğretmenliği yaptı. Millî Eğitim Müfettişliği; İsviçre'de Kültür Ataşeliği ve Öğrenci Müfettişliği yaptı. 1976 - 1983 yılları arasında Türk Dil Kurumu Genel Yazmanı'ydı.

            1940 sonrasındaki şiirimizin yenileşmesi hareketinde kendine özgü bir yeri vardır; rahat anlatımı, içtenlik ve duyarlılığıyla ilgi çeken titiz bir şiir işçisidir. Kolay kavranan, geniş topluluklarca sevilen bir tarz gerçekleştirmiştir. Çocukluğunun, ilk gençliğinin geçtiği yörelerden izlenimler yansıtarak insan, yurt ve  doğa sevgisini dile getirmiş, halkın yaşam güçlüklerine tanıklık etmiş; halk şiirinden, türkülerden de  yararlanarak çağdaş bir şiir oluşturmuştur.

 RÜZGÂR

Şimdi bir rüzgâr geçti buradan
Koştum ama yetişemedim.
Nerelerde gezmiş tozmuş
Öğrenemedim.
Besbelli denizden çıkıp
Kıyılar boyunca gitmiştir.
Tuz kokusu, katran kokusu, ter kokusu
Yüreğini allak bullak etmiştir.
 
Sonra başlamış tırmanmaya dağlara doğru
Bulutları koyun gibi gütmüştür,
Okşayıp otları yaylalarda
Büyütmüştür.
 
Köylere de uğradıysa eğer
Islak, karanlık odalarda beşik sallamıştır
Güneş altında çalışanlara
İmdat eylemiştir.
Sonra başlayıp alçalmaya ovalara doğru,
Haşhaş tarlalarında eflatun, pembe, beyaz,
Kıraçlarda mavi dikenler...
Toz toprak gözlerine gitmiştir.
 
Kentlere de uğramış ki yanımdan geçti,
Haşhaş çiçeğine benzer kızlar görmüştür.
Bir gülüş, bir tel saç, allık pudra
Alıp gitmiştir.
 
Şimdi bir rüzgâr geçti buradan
Koştum ama yetişemedim.
Soraydım söylerdi herhalde
Soramadım.
Şiir Arka Plân Resmi : Zileli Ressam Nihat AKYUNAK'a Aittir.
 
Cahit Külebi ile Söyleşi
"Roman, oyun, öykü... Bunlar bana hep yapay gelmiştir"
Sevgi Sanlı - Muzaffer Uyguner*
http://www.adanasanat.com/cahit_kulebi/soylesi_sevgi_sanli_muzaffer_uyguner_hurriyet_gosteri_ekim_1982.htm
 

            Sevgi Sanlı : Sayın Cahit Külebi, siz yarı iftihar, yarı alçak gönüllülükle ben bir köylü şairim der durursunuz. Şairliğiniz yüzdeyüz, su katılmamış bir şairlik. Onu biliyoruz. Köylülüğünüz de öyle mi acaba?

            Efendim, teşekkür ederim, şairliğim için iltifatınıza. Doğru olmasını elbette, yürekten, ben de isterim. Yalnız şunu belirteyim. Köylülüğüm köyde yaşamış olmamdan ileri gelmiyor. Ben Anadolu'yu, Anadolu insanını yansıtmaya çalışan bir şiir yöntemi güttüm. Buna heves ettim. Çocukken içimde büyük bir eziklik vardı. Ben İstanbul yaşamını bilmiyorum. Oysaki sanatçı olmak istiyorum. İstanbul'u tanımadan nasıl romancı olurum, nasıl öykü yazarım? Belki bilinç altı bir dürtüyle romandan, öyküden kaçınmışım. Şiir yazarken de kendi yaşamımı belirtmişim. Şunu demek istiyorum : Asıl olan köyü tanımak, köyü yansıtmak, köyle ilgili konularda belli bir işlev göstermektir. Bunu bir ölçü içinde yaptım.

ŞİİR YÖNTEMİM

Kimse yazmamı istemedi.
Beş yaşımda kendim başladım.
Bu yüzden düşkünlüğüm yok.
Ayda yılda bir anımsarım.
Saçılır kır çiçekleri
Ağzımı açtığım zaman.
Sonra birleşir üçü beşi
Birer gümüşten mızrak olur
Gökyüzüne doğru atılan.

En çok yurdumdan söz ettim
Doğayla insanla içli dışlı.
Sevinçler, acılar, özlemler...
Hepsi de çatal dişli.

İlk ustam oldu benim halk
Belleğimde akıp giden ırmak...
Köylü diliyle türkü çağırdım
Onlarla gülüp ağlayarak.

İkinci ustamsa doğa
Şiirlerimde alın terim.
Bozkır türküsüyle doldu ciğerlerim.
Taşları düzleyen rüzgâr gibi

Doğayla yontuldu dizelerim.
Üçüncü ustamdı kadınlar.
Tekdüze yaşantıya.
Kaynar dururlar semaver gibi.

Onlar öğretti bana sevgiyi.
Gözleri çıra gibi yanar,
Ak badem olur tenleri,
Güvercin kanadına benzer elleri.
Eritip yüreğimde sevgiyi, acıyı özlemi

Kurşun döker gibi döktüm tası.
Her biri bir başka biçim aldı.
Oyunlarda şeytanların aynası.
İşte doğrusu sözgelimi
Dokuyup yol üstüne attıklarım
Birer küçük köylü kilimi.

            Şiirdeki ilk girişimlerimden başlayarak İstanbul'dan söz ettiğim zaman bile Anadolu'yu yansıttım. Yaptığım iş daha sonra köy romanına dönenlerin kendi köylerini anlatmaları biçiminde de değildir. Benim şiirimde halk şiirinin etkisi olduğunu kendim de söylemişimdir, başkaları da söylemişlerdir. Gelgelelim bu etkiler öyle elle tutulur bir biçimde değildir. Halk şiirinin kendi özelliklerimle karışan bir yansıması sezilir şiirlerimde; Osman Atillaların, Ömer Bedrettinlerin, hattâ Ahmet Kutsilerin Anadolu şiirlerinde olduğundan daha az öykünme vardır benimkilerde diyorum, kendi kendime abartıp övünmüyorsam. Ben daha çok halk türkülerinin etkisi altında kalmışımdır. Bu bir espri meselesidir. Biliyorsunuz gerek romanda, gerek sizin alanınızda, oyun alanında yazının kendine göre bir esprisi var.

            Bende de o espri eksik değil. Örneğin, konuşurken hiç bir şey söylemiyormuş gibi sudan konuşuyormuş gibi bir havam vardır. Fakat özel konuşmalarda bile takılmalarım, sataşmalarım, şakalarım olur, yakınmalarım olur. Bu şiirlerimde de vardır. Farkına varmadan özel bir deyişle, kendime göre önemli bir şey söyleyiveririm. Bu bizim Anadolu köylüsünün de bir özelliğidir. Hiç unutmuyorum. Sivas'ta Müfettiş'ken bir akşam tren bileti alıyordum. İşimi bitirip erken döndüğüm için sevinçliydim. Ekspreste yer de varmış. Gişedeki memur biletimi uzatınca : "Teşekkür ederim." dedim. Arkadan bir ses : "Bir şey deel", dedi. Arkama döndüm bizim Aşık Ali İzzet'e benzeyen, tam Şarkışla tipi bir köylü, benim teşekkür etmemi alafrangalık sayıp, "Bir şey deel" demişti alaylı alaylı.

Cahit KÜLEBİ

İçi Sevda Dolu Yolculuk

            Muzaffer Uyguner : Sizin de dediğiniz gibi halk ozanlarından yararlanmanız uzak bir bağlantı ile oluyor. Onlardan çok değişik imgeler kullanmış bulunuyorsunuz. Anımsadığıma göre yalnız Sayın Kansu'nun ölümü üstüne tam halk şiiri tipinde bir ağıt yazdınız. Ondan sonra bu şiirin kalıplarını kullandığınızı görmedim. Bu konuda ne diyeceksiniz bize?

            Bir şeye öykünmeden başarıya ulaşmanın olanağı yoktur. Çok özgün şeyler yazdığım savında değilim. Fakat ozan doğrudan doğruya kendi dünyasına giremezse ürün verir vermesine, gene de bu ürünlerin niteliğinde düşüşler olur. İçinde bulunduğum dünyayı anlatmaya çalıştım. Roman, oyun, öykü... Bunlar bana hep yapay gelmiştir. Roman yazarsam yalan söylerim gibi gelmiştir bana. Oyun daha gerçek gibi ama ona da cesaretim olmamış. Oysaki ben şiiri kendimi anlatmak sayıyorum. Dostlarla konuşmaktır şiir, yakınmak, acınmak, övünmek, övmektir. Bütün bu insansal davranışlarımı, dürtülerimi şiirde yansıtabileceğime inanmışım.

            Geçenlerde Cemal Süreya da şöyle dedi : "Şiir bir mektuptur". Bence mektuptan da öte. İnsanın kendisini anlatması. Şiirin en halis, en soylu, en özgün anlatım biçimi olduğu kanısındayım. Artık altmış beş yaşındayım. Kaç günlük ömrüm kaldı bilmiyorum. Övünmek istemem. Belki bir halk ozanı gibi yazmadım ama bir halk adamı gibi düşündüm. Köylü dilinin çeşnisi, vardır dilimde. Kırk yıl önce tekere, tekerlek dememişimdir, teker demişimdir. Kırk yıl önce "Sıvas Yolları'nı yazarken Sıvas'a, Sivas demedim. İstanbul'a, Istanbul, dedim. Tümce yapılarımda Anadolu deyimi vardır. Belki aksamadığı için dikkati çekmez. "Ellerin var, dişlerin var" gibi deyişler. Bunları kendime maletmeden söyleyemem. Benim dilde yaptığım şev örneğin "Atatürk Kurtuluş Savaşı"nda, bu çok eleştirilmiş bir yapıt; kullandığım, fiil çekimleri, söyleyiş özelliklerim, modern edebiyatımızda ilk kez görülüyordu. Nedense değerlendirilmedi. Benden sonra örneğin Fikret Otyam da gelende, gidende diye yazıyor ama yerli yerine oturtamıyor bence. Genç bir bayan şairimiz, 'ben seni sevende, ben sana diyende gibi fiil çekimleri kullandı ama bütünün içinde bunlar sırıtıverdi. Otuz kırk yıl önce bir Dede Korkut edası ile kullandığım\sözcükler ne yadırgandı ne de başarı sayıldı benim için. Bu iş bir halk esprisi içinde kendiliğinden oluverdi.

            Orhan Veli, 1947'de yazdı Ülkü'de "Şiirde mecazlardan, istiarelerden, benzetmelerden nefret ediyorum. Hiç birini kullanmıyorum. Ama bunları bol bol kullandığı halde Külebi'nin şiirini seviyorum. Çünkü kullandığı eski, alışılmış mecazlar değil. Halk mecazlarıdır." Bunları karşı görüşte olanların bir öncüsüne kabul ettirmenin bir anlamı olsa gerek. Gogol'un, Lermontov'un, Çehov'un kahramanlarında Rus esprisi vardır. Ben de şiirde, çok, çok ufak ölçülerde, çok küçük bir Türk ozanı olaraktan Türk esprisini yansıttığımı sanıyorum. Başka örnekleriyle karşılaştırıldığında belki görülür bir gün.

            Muzaffer Uyguner : Küçük bir Türk ozanı olduğunuzu sanmıyoruz biz. Yayımladığınız ilk şiirler bile başarılı olarak nitelendirilmişti. Gerçekten de öyledir. Acaba bu başarılı, örnekleri yazmadan önce nasıl bir birikiminiz oldu? Halk türküleri dışında etkisinde kaldığınız ürünler ya da kişiler olmuş mudur?

            Bütün yaşamım boyunca bir tek türküyü baştan sona söyleyememişimdir. Sesim de öyle müzikal falan değildir. O koşmaları da türküleri de ezberleyemedim bir türlü. İşime yarayanlardan yararlandım, işime yaramayanları unutup gittim. Tanzimat Edebiyatı'ndan hiç hoşlanmadım. Küçük yaştan başlayarak o zamanın şiirlerini tanıdım olanaklar ölçüsünde. Sınıf kitaplığında Nâzım Hikmet'in bütün kitapları vardı, ortaokul yıllarımda. Orhan Seyfiler, Yusuf Ziyalar, Yahya Kemal'in parça parça şiirleri : Hepsini okudum çocukluğumda.

            Okumaya ilk okuldan merak sarmıştım. Nâzım Hikmet'i hayranlıkla karşıladım ama beni sarmadı. Hiç de leyhime olmayan şeyler söyleyeceğim : Orhan Seyfi'den hoşlanırdım, Faruk Nafiz'i sevmezdim. Neden olduğunu bilmiyorum. Necip Fazıl'ın şiirlerini çok seviyordum. Daha sonra Hamdi Tanpınar'ın şiirleri ilgimi çekmeye başladı. O kadar fazla bir şey anlamıyordum. Ahmet Muhip Dıranas benim sekiz yaş büyüğümdür ama daha ortaokul çağında ne şiirleri geçmiştir elime, unutamadığım şiirler, "Ankara Benimdir", "Simyager". Hani şey vardır : "Bir titrek damladır aksi sevincin; Yüzünün sararmış yapraklarında." Başka hiç bir yerde, kitabında bile göremediğim bazı dizeler. "Fahriye Abla"yı nerde, ne zaman okudum kim bilir? Peyami Safalar kahverengi kapaklı güzel bir dergi çıkarırlardı. O dergide Fazıl Hüsnü adlı birinin acayip şiirleri çıkıyordu, ayda, on beş günde bir. Deliler gibi beklerdim o dergiyi. Okumuş yazarlardan öğrendiğim sadelik, açık ve basit bir biçimde söyleme olgusudur. Muzaffer, senin de bildiğin gibi. Sana hep sen derim. Şimdi siz demenin gereği var mı?

            Muzaffer Uyguner : Yok tabi...

            Sevgi Sanlı : Bana da sen deseniz.

            Size siz, Muzaffer'e sen diyeyim. Öyle alışmışım. 1933'de yazdığım "İhtiyar Katır" şiirini hatırlar mısın?

            Muzaffer Uyguner : Hatırlarım, hatırlarım.

"Seni aldığı gün köyden oduncu,
Çizdi bir yelpaze gibi derini
Ve bir gün bakıra benzetti tuncu
Çıkardı dışarı kemiklerini
Gittiğin o yerde seni kim bekler?
Belki biraz rahat, belki köpekler
Fakat hiç bir zaman bilmeyecekler
İhtiyar katırın çektiklerini."

            Anımsayabildiğim en eski basılı şiirim bu. Necip Fazıl'la Ahmet Kutsi arası bir şey. Ahmet Kutsi'nin beni etkilediği söylenebilir, şiire başladığımda. Aşık Veysel de ona çok şey borçludur. 1930'da Sivas'ta tanıştığım halk ozanları, Ahmet Kutsi, Veysel, Ali izzet...

            Muzaffer Uyguner : Talibî Coşkun.

            Talibî Coşkun, Ağa Dayı... Okulun bahçesinde taş duvarlar üstüne oturur gevezelik ederdik. Ben onları hayran hayran dinlerdim. Veysel, Ahmet Kutsi'yi tanıdıktan sonra Veysel oldu. Daha önceleri İstanbul türkülerine benzer türküler söylemeğe özenirdi. Haddim değil kıyaslamak ama Veysel okumuş olsa benim gibi ama benden büyük bir şair olurdu.

            Sevgi Sanlı : Halk şiirini çok iyi bilmeniz ama ezberlememeniz; unutup yeniden yaratmanız özgünlüğünüzün kaynaklarından biridir diyebilir miyiz?

            Eğer özgünsem her halde. Muzaffer Sarısözen öğretmenimdi. Bazen onun arşivine gider, çocukluğumda sevdiğim şarkıları bulmaya çalışırdım. Sarısözen bazen aradıklarımı daha sonra taş plâklarda bulur, beni çağırırdı.

"Dağ başında sarı çiçek oy oy,
Buradan kalkak Urgüp'e göçek
Nenni de Feridem, nenni"

            gibi ezgiler çocukluğumdan sesler, yankılar getirirdi. Fazıl Hüsnü'nün iddia ettiği gibi; arşivleri kopya etmedim ben, yaşamımdan kopya ettim. Daha eski şiirlerimde masal öğeleri de vardır. Çocukluğumdan cam kırıntıları, renk parçaları. "Ben yalnızlığı gökte uçarken gördüm". Sanıyorum herkesin bir görevi, bir misyonu var. Benim de eski ekinimizden bir iki küçük deney yapma olanağım olmuş. Soğuk olmayan şiirsel olan bir iki küçük parça...

            Muzaffer Uyguner : Estağfurullah.

            Sevgi Sanlı : Bugün Türkiye'de pek çok dergi çıkıyor. Pek çok şiir yayınlanıyor. Basılan şiir kitaplarının sayısı da hiç az değil. Acaba bir şiir enflasyonuna gidildiği söylenebilir mi? Hem ozan hem bir dergi yöneticisi olarak bu konuda ne düşünürsünüz?

            Şimdi, Sevgi Hanım, gerçekten şaşırtıcı bir durum, karşısındayız. Aşağı yukarı elli yıldır yazın yaşamı içersindeyim. Bugün çıktığı kadar çok dergi hiç bir zaman çıkmadı. Sanırım elliye yakın dergi çıkıyor. Öyle değil mi, Muzaffer?

            Muzaffer Uyguner : Sanırım öyle.

            Kâğıt, baskı, dağıtım giderleri çok çok yükseldi. Nasıl ediyorlar, nasıl çıkarıp yaşatıyorlar bunca dergiyi şaşıyorum. Yazının pek de leyhine işlediğini sanmıyorum. Gelelim sorunuzun öbür bölümüne.. Gerek benim gibi yaşlı ozanlar gerek genç ozanlar, gerek ozanımsılar, hiç biri tek şiir yayınlamaya cesaret edemiyor. Örneğin ozan "X" eskiden beri tanınmış bir ozan dört beş şiir birden koyuyor. Ünlü öykücü "Y", o da şiir yazıyor. Sekiz şiir, on şiir. Altında şöyle yazın : filanca yer, 1981, saat on sekiz otuz. Ben Füruzan'ı çok sevdiğim için ona sataşmış olmam. Füruzan bile şiir yazdı. Bütün tohuma kaçmış öykücüler şiir yazıyor. Hem de saatini dakikasını belirterek. Sinema eleştirmenleri şiir yazıyor. Bakıyorsunuz bizim Oktay bile şiir yazdı, yayınladı. Oktay Akbal. Öbür yandan öteden beri şiir yazanlar var. Örneğin Sabahattin Kudret, örneğin Melih Cevdet Anday, örneğin Oktay Rıfat. Her seferinde beş altı şiirleri birden çıkıyor. Fazıl da aynı yolda. Acaba diyorum bu bizim eski büyük şairlerin şiir damarları genişledi de makine iki üç tane birden mi atıyor?

            Gene de dergilerde güzel şiire seyrek rastlanıyor. Gençlere gelince, aralarında çok çok ilginç ve sevindirici ozanlar var. Ama onlar da bu çok şiir yazma havasına kendilerini kaptırdılar. Halbuki şiir bir savaşımdır, şiir bir keşiftir, bir laboratuarda insan günlerce çalıştıktan sonra ancak bir şey bulabilir. Bir ressam, bir oyun yazarı, bir öykü yazarı belli bir düzeyi tutturduktan sonra, bir besteci belli bir düzeyi tutturduktan sonra aynı düzeyde yazabilir. Ama bir ozan bunu yapamaz. O bir şov artisti gibidir. Her zaman yeni şey bulmak zorundadır. Yenilik dediğim acayiplikler değil ama içerik bakımından da biçim bakımından da, yani benim anlayışımla yapı bakımından da her zaman özgün bir şey ortaya koymak zorundadır. Bunun için insanın biraz kendisini sıkması gerekir.

            Sevgi Sanlı : Sevdiğiniz bir kaç genç ozanın adını...

            Tabi, biliyorsunuz ben güzel şiir bulunca çok yerinirim. Benim ölçüm şudur : Bu şiiri ben yazsaydım derim. Buna Hilmi ile başlamışımdır. Hilmi'yi çok sevdim. Hâlâ da seviyorum. Yaşar çok şaşırtıcıdır, fakat kendisini çok sulandırıyor, fazla dağıtıyor. Arada bir, çok güzel şiirler yazıyor. Ahmet Erhan, bence Türkiye için şaşırtıcı bir olgudur Ahmet Erhan. Bir de Adnan Azer var. Azer değil mi?

            Sevgi Sanlı : Adnan Azar mı?

            Azar var da, bir de Azer var.

            Muzaffer Uyguner : Azer Yaran.

            Azer Yaran'ın kendine özgü bir şiirini görmedim. Fakat Yesenin'den bir çevirisi var : "Anneme Mektup". Şunu söyleyeyim benim bu altmış beş yıllık yoksun, kıraç yaşamımda mutluluklarımdan biri o şiiri okumak olmuştur.

* Sevgi Sanlı ve Muzaffer Uyguner tarafından
yapılan bu söyleşi Hürriyet Gazetesi'nin Ekim 1982 tarihli Gösteri Eki'nden alındı.

Behçet Aysan, Ali Püsküllüoğlu, Ahmet Say, Cahit Külebi

20 Aralik1989

Cahit Külebi (1917 - June 20, 1997)
http://www.siirperisi.net/siir.asp?siir=2774
http://www.cs.rpi.edu/~sibel/poetry/cahit_kulebi.html
 

TOKAD'A DOĞRU

Çamlıbel'den Tokad'a doğru
Tozlu yolların aktığı ırmak!
Ben seni çoktan unuttum;
Sen de unuttun mu, dön geri bak.

Atların kuyruğu düğümlü,
Bir yandan yağmur yağar, ıslak;
Bir yandan hamutlar şak şak eder,
Bir yandan tekerler döner, dön geri bak.

Orda, derenin içinde
İki üç akçakavak,
Tekerler döner, başım döner,
Kavaklar yeşeriyor dön geri bak.

Orda, derenin içinde
İki üç çırılçıplak
Alçacık damı düşündükçe
Gözlerim yaşarıyor, dön geri bak.

Irmaklar gibi uzaklaşır
Bir türkü kadar uzak
Tekerler iki çizgi bırakır,
Hamutlar şak şak eder, dön geri bak.

 

Cahit Külebi ile Söyleşi(*)
Yazınımızın Kuvayi Millîyeci Şâiri
Münevver Oğan - Nuray Altıntaş
http://www.adanasanat.com/cahit_kulebi/soylesi_nuray_altintas_cumhuriyet_kitap_7_kasim_1986.htm
http://www.aruz.com/roportaj/rop_cahit_kulebi.htm

   Sayın Külebi, bize özgeçmişinizden söz eder misiniz?

            1916 ya da 1917 yılında Tokat'ın Zile ilçesine 12 km uzaklıkta bulunan Çeltek Köyü'nde doğdum. Ailem, I. Dünya Savaşı'nda Rus orduları Doğu Anadolu'yu işgal edince göç etmiş. Kış kıyamet günlerinde kağnı üzerinde uzun bir yolculuktan sonra gelip o köye yerleşmişler.

Annem ateşli bir hastalık geçirmiş, saçları tamamen dökülmüş ama ölmemiş ve beni doğurmuş. Annemin yapısı çok güçlüydü. Zaten yaşamımdaki birtakım eksikliklerin şairliği beslediği kanaatindeyim. Annem çok zengindi. Zamanla ekonomik durumumuz bozuldu. Babam, parasal durumumuz kötüleşince önce Zile'de nüfus memuru oldu. Daha sonra Tokat'ın Çamlıbel ve Niksar ilçelerinde çalıştı. İlkokulu Niksar'da, liseyi Sivas'ta bitirdim. 1936 yılında İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu'na girdim. 1940'ta Edebiyat Fakültesi ve Yüksek Öğretmen Okulu'ndan mezun oldum.

Üç yıla yakın bir süre Trakya'da süvari olarak görev yaptım. 1943 - 45 yıllarında Antalya Lisesi'nde, 1945 - 55'te Ankara Devlet Konservatuarı'nda öğretmen olarak çalıştım. Kısa bir süre Gazi Lisesi'nde öğretmenlik yaptıktan sonra MEB Müfettişliği'ne girebildim. Hasan Ali Yücel ile tanışmamız o yıllara rastlar. Yücel, benim şiirlerimi çok seviyormuş. Ben, Antalya'da çalışırken bir grup müfettiş teftişe geldi. Bunların içinde Halil Vedat Fıratlı isminde ünlü bir müfettiş de vardı. Bu herkesi kakıp tepen çok disiplinli birisi. Fıratlı, benim dersime girdi, izledi. Ben ona; "bu yöntemle, ancak bu kadar öğretebiliyorum" dedim.

Ders izlemelerin sonunda zümre toplantısı yapıldı. Edebiyat öğretmenleri öne oturdu. Ben dersliğin en arkasına oturdum. Önde Kemal Hekim diye bir arkadaşım var. Fıratlı, Kemal Hekim'in bütün söylediklerini tersliyor. Ben bu olaya çok sinirlendim, lâfa karıştım. O zamanlar okullarda ezbere dayalı, metinle ilgisi olmayan bir yöntem uygulanıyordu. Kitaplar da öyleydi. Söz aldım. Bu yöntemin yanlış olduğunu çok ağır bir dille eleştirdim. Öndeki yaşlı arkadaşım işaretle beni susturmaya çalışıyordu. O anda şaşırtıcı bir durum oldu; müfettiş de benim düşüncelerime katıldığını söyledi. Meğer, Bakanlık’ta bir kurul oluşturulmuş ve anadil eğitimi üzerinde çalışma yapılıyormuş. Ayrıca müfettişin kendisi gibi ünlü bir edebiyat öğretmeni olan eşi Sn. Nahit Fıratlı da şiirlerime ilgi duyuyormuş.

Ankara'ya geldiğimde Ataç, S. Eyüboğlu, N. Cumalı, C. Sıtkı, O. Veli, M. C. Anday ve çok değerli bir gazeteci olan Erol Güney ile birlikte çoğu akşamlar Nahit Hanım'ın evinde, kimi kez de Sabahattin Bey'de toplanırdık. Bu toplantılara Suut Kemal Yetkin, A. H. Tanpınar, Hikmet Birand ve bazen A. Muhip Dranas katılırdı. Orada Mümin adında, İktisat Fakültesi mezunu bir gençle tanıştım. O, daha sonra Fransa'ya iktisat doktorası yapmaya gitti ve ünlü bir ressam olarak döndü. Nahit Hanım; hepimizin annesi, dert ortağı ve "sevgilisi" idi. Kendisi hâlâ sağdır ve Türk Edebiyatı'na çok büyük yararlar sağladığı inancındayım.

İkinci askerliğimde Fıratlı beni Ankara'ya çağırdı. Kendisi Güzel Sanatlar Genel Müdürü olmuş. Sabahattin Ali, Devlet Konservatuarı'nda Öğretmen, Müdür Orhan Şaik Gökyay. Nihal Atsız da müdür evinde konuk olarak kalıyor. Nihal Atsız, İnönü aleyhine bir yazı yayımlamış. Gece, Hasan Ali, Orhan Bey'e telefon ederek Atsız'ı evinden çıkarmasını istemiş. O da çıkarmamış; bunun üzerine Gökyay ve Atsız'ı gözaltına almışlar. Sabahattin Ali'yi Bakanlık emrine, beni de Sabahattin'in yerine Devlet Konservatuarı'na diksiyon öğretmeni ve dramaturg olarak atamışlar.

Askerlikten sonra Halil Vedat'ın evine gittim. Ben bu işte çalışmam, benim diksiyonum kötü dedim. Bir ay boyunca direndim, kabul etmedim. Aylığım yüksek; 87 lira, 250 lira da Carl Eberth'in yardımcılığından veriyorlar. Devlet Tiyatrosu da henüz kurulmamış, onun da her temsil gecesinden 10 lira alacağım. Bir de oda. Toplam 500 lira alacağım. Bütün bunlara karşı direndim kabul etmedim ve Edebiyat Öğretmeni oldum.

Halil Vedat Fıratlı'nın evinde 6 ay süreyle S. Eyüboğlu, N. Ataç, C.Sıtkı, O. Veli, O. Rıfat, M. C. Anday, N. Cumalı ve ben çok mutlu günler geçirdik. Bu bir tür edebiyat hayatımızın altın devri idi. A. Muhip ve F. H. Dağlarca da Ankara'daydı. Ancak, Hasan Ali'ye teşekküre gitmedim. Ali, Bakanlık’tan ayrıldı, acı günler yaşadı. O zaman kendisiyle görüştük. komünistlik suçlamasından kurtulmak için Âli'nin yardımıyla iki kez müfettişliğe atandım. Solcudur gerekçesiyle iptal edildi. Üçüncüsünde H. Âli başarılı oldu ve beni Müfettiş yaptırdı. 1971'de Müsteşarlığa atandım Fakat, yine solculuk dalaveresiyle bir gecede iptal edildi. Onun üzerine bir süre Teftiş Kurulu’nda çalıştıktan sonra 1972'de emekliliğimi istedim.

ÇELTEK KÖYÜ Meydanı'ndan Genel Görünüş

Fotoğraf : İlhan TRAK - Mustafa ZENGİN / ZİLE 94 Kitabı

Sayın Külebi, Türk Dil Kurumu'nda da yoğun bir emeğiniz var. Bize hem o günleri hem de bugünü değerlendirir misiniz?

1951'den başlayarak TDK'nın üyesi ve yazı kurulu üyesiydim. Emekliye ayrılıncaya kadar Yönetim Kurulu Üyesi, Yayım Kurulu Başkanlığı gibi görevlere seçildim. 1983'te bu görevden ayrıldım. Kurumun en uzun süreli Genel Yazman’lığını yapan kişiyim. Bu görevi Tanrı’nın bana bir lütfu olarak sayıyorum.

Atatürk de 1917 yılından başlayarak dilimize büyük ilgi göstermiştir. Devrimleri arasında özellikle dil ve tarih bilincine büyük emek vermiştir. Diğer devrimleri de kendi deyimiyle "çağdaş uygarlık için zorunluydu. Dikkat edilirse daha 1920'den başlayarak dil ve alfabe konusunda sürekli etkinlikler yapmıştır. Ölümünden 53 gün önce yazdığı vasiyetnamede de İş Bankası'ndaki gelirlerini bu iki kuruma bırakmıştır. TDK, çalışmalarında büyük başarı sağladı. Demokratik bir temele dayalı olan çalışmalarını sürdürdü. Etkilerini ve yararlarını siz meslektaşlarımız biliyorsunuz.

1980 darbecileri kendi görüşlerini bize kabul ettirmeye çalıştılar. Biz buna katılmayınca Anayasa'nın 134. maddesine dayalı özel bir yasa çıkararak her iki kurumu da devletleştirdiler. Daha sonraki günlerde bütün partilerin, derneklerin mal varlıkları geri verildiği halde Atatürk'ün miras hakkı çiğnendi. Bu durumda kurucusu olduğum SODEP ve SHP'nin suçsuz olduğunu söyleyemem.

Bugün, artık geçen 13 yıl boyunca Dil Kurumu hiçbir olumlu iş yapmamıştır. Bıraktığımız kitaplar yağmalanmıştır. Atanan üyelere büyük paralar ödenmektedir. Belediye memurlarına kadar siyasî kadrolaşma yaygınlaşmıştır. Diğer yandan, bizim eski yapıtlarımız, bozulup değiştirilerek yeniymiş gibi kamuoyuna sunulmaktadır.

Tarih Kurumu, Atatürk'ün Anadolu halklarının birliği ve Anadolu uygarlıklarının ortaya çıkarılması, için kurulmuştu. Bu, ulusal birliğimizi sağlamak için çok bilinçli bir girişimdi. Kurum, artık bunlarla uğraşmıyor. Hattâ, bugünkü Başkan; Ata'nın Anadolu'ya çıkışını bile küçük düşürecek demeçler vermektedir.


Cahit KÜLEBİ

Sayın Külebi, biraz da şair Cahit Külebi'den söz etsek. Şiir yazmaya nasıl başladınız?

Daha ilkokula gitmeden kitaplarla tanıştım. Bizim evde çok roman okunurdu. Ablalarımdan biri okur bütün aile dinlerdi. Ben bu hava içinde ilkokula başladım. Okuma yazmayı okuldan önce öğrendim. Çocuklar Cenneti, Altın Işık, Ziya Gökalp'in iki kitabı ve Altın Çiftlik kitaplarını babam bir Cuma günü getirdi. İlk ışıklarımdı onlar.

Şiiri neden merak ettiğimi bilmiyorum. Musiki ile şiire çocukken başlanır. Şiire de erken yaşta başlanır. On yedi - onsekiz yaşına kadar acemilik sürer. İlk, orta ve lisede pek çok şiir yazdım. Başlangıçta hececileri beğeniyordum. İyi bir okuyucuydum. Başka şairleri sevgiyle okurdum. Benzer yanım yok ama yaşıtlarım Dranas ve Dağlarca'yı anmalıyım. 1935'ten itibaren okul dışı dergilerde şiir yayımladım. Şiir; mahrem, biraz da alay edilir diye takma adlarla (M. Cahit, Nazmi Cahit) şiir yazdım.

Daha Külebi adını kullanmadan Ataç'tan mektup aldım. Şiirlerimi ilginç bulduğunu eğer Fransızca bilmiyorsam bana Fransızca öğretmek istediğini ve Ada'daki evine gelmemi istiyordu. Nurullah Ataç'a yanıt vermedim ve gitmedim. Çok hata etmişim, çok ilginç bir mektuptu.

Almanya'da iken Varlık'a gönderdiğim "Haziran" şiirinde ilk kez Külebi adını kullandım. Bu şiirden sonra bütün şiirlerimi Külebi adıyla yayımladım. 1938 yılında Almanya'dan İstanbul'a dönmüştüm. S. K. Aksal arkadaş oldu benimle. Birini ayarlamış "Sokak" adında bir dergi çıkarıyorlar. Bu dergi iki ay çıkabildi. Birinci sayısında iki, ikinci sayısında üç şiirim çıktı. İlk sayıda İstanbul şiiri ilk kez yayımlanıyor. O yıllarda O. Veliler ortaya çıkmış. Ben İstanbul şiirinde bol bol mecaz, kafiye kullanmışım. Bu şiir şu anda benim en iyi şiirim sayılır.

Yaşım 19, O. Veli bana o yıllarda hayranlığını belirtiyordu. 80 yaşına geldim, benim için Orhan'ın yazdığı beş yazı beni en iyi değerlendiren yazılardır. Bu yazının tamamı yok: Bu yazıda benim Türkiye'nin tarihini yazdığım yazılıdır. Orhan diyor ki; "Ben şiirden mecaz, kafiye, vezin gibi şiiri şiir yapan her şeyi attım ama Cahit Külebi bunların hepsini kullanıyor. Alışılmış mecazları kullanmıyor. Eskilerin mecaz-ı urfi dedikleri halk mecazlarını kullanıyor. Bal gibi, mis gibi, gül gibi... Bu şiir gelecek yıllara Cahit Külebi devrinin bir tarihi olarak kalacak. Külebi'nin şiirlerini okumaya doyamıyorum."

Ben, neleri kullanıyorum? Kamyon, kavun, sövmek... Halkın günlük yaşamındaki sözcükler. Benim için çok incelemeler, değerlendirmeler, doçentlik, doktora tezleri yapıldı. Hiçbirini yeterli görmüyorum. Benim hakkımdaki en doğru değerlendirmeyi Orhan Veli yaptı.

İyi bir lisede okudum. Fakat Fransızca öğretmeni konusunda şansım olmadı. Kendisi Fransa'dan geldiği halde bu özelliğini kullanmayan, işleri hafife alan bir insandı. Ne kadar heves ettiysem de Fransızca öğrenemedim. Oysa şair olmak için ilk koşulun Fransızca'yı bilmek olduğunu sanıyorum. İkincisi İstanbul aksanı ile konuşmuyordum, bunu küçümsüyordum. Bu iki özellik şiirimin temelini oluşturdu. Ruhsal hiçbir bunalımım yok (Annemin ateşli hastalığı dışında). Bana gelinceye kadar Necip Fazıl, Fazıl Hüsnü hariç şairlerimiz ya körü körüne halk şairlerini ya da başta Fransızlar olmak üzere yabancı şairleri taklit ettiler. Sonuçta yoz şiirler yazıldı. Ben, işte biraz da bunlara tepki olarak şiirlerimi kendime özgü yazdım. Bu da benim küçük avantajım oldu.

Öbür şairlerden çok beğendiğim A. M. Dranas, Fransızlar'ı kelime kelime aktarmıştır. Hatta dili bile tercüme gibidir. Ama iyi bir şair olduğu için özgün şeyler de yazmıştır. Nazım, Ruslar'ı taklit etmiştir. Cahit, Orhan ve arkadaşları yüzde yüz Fransızlar'ı aktarmıştır. Ben ne hececilere, ne de o arkadaşlara özendim. Kendime özgü bir şiir yazdığımı, sanıyorum. Garip şiirlerinin Türkiye'yi allak bullak ettiği dönemlerde ben özgün şiirler yazdım. İlhan Berk, Salah Birsel vd. biraz fantaziye kaçmışlardır. Turgut Uyar ise bir dönem beni taklit etti. Hepsi de iyi şairler ama ben onlardan etkilendiğimi söyleyemem.

Sayın Külebi, ödül konusunu nasıl değerlendiriyorsunuz? 1955'te "Yeşeren Otlar"la Türk Dil Kurumu Ödülü'nü aldınız. Bu yapıtınızdan söz eder misiniz?

Eski yıllarda şimdiki gibi bir ödül bolluğu yoktu. Şimdi herkes babasının ya da kocasının adını unutturmamak için ödül koyuyor. Ödüllerin değerlendirilmesinde de birtakım oyunlar, kulisler dönüyor. Ben bu ödülleri ciddiye almıyorum, ayrıca katılsam da ödül alacağımı sanmıyorum. Önceki yıllarda iki ödül söz konusuydu. Birisi; 1940'lı yılların başında CHP Şiir Ödülü idi. Öbürü de TDK Şiir Ödülü.

Bir iş için Ankara'ya ilk kez gelişimde sevgili şair A. M. Dranas'ı ziyaret ettim. Dranas, bana CHP ödülünden söz ederek "girin girin de ödülün değeri olsun" dedi. Elimde "Sıvas Yolları" ve "Hikaye" adlı şiirler vardı. Başvurmaktan çekindim.

İlk ödülümü TDK'den "Yeşeren Otlar"la aldım. Bunun da ilginç bir öyküsü var. TDK'de N. Ataç ve S. K. Yetkin ile çalışıyorduk. Bana, "kurum adına ödül koyduk ama sen girmeyeceksin; hem yaşlı hem de arkadaşımızsın" dediler. Oysa gençtim (Yıl 1954). Buna karşın jüriden 3 kişinin oyunu alarak bu ödülü aldım. Suut Kemal ve Ataç, Ankara'ya döndüklerinde "Oyumuzu sana vermedik" dediler. Ben de; "İyi yapmışsınız" dedim.

Bir kez de TRT, çok geniş bir ödül koydu. "Yangın" adlı kitabımla katıldım. 19 kişiye ödül verdiler, ben hiçbirini alamadım.

1981 yılında İş Bankası Edebiyat Ödülü jürisine koymuşlar, yarışmaya katılmak istediğim için bu görevi kabul etmedim. Bu ödüle İş Bankası’nın daha önce benim yaşıtım olan şairlere ödül vermesinden dolayı başvurmuştum. Ancak, bu işi düzenleyenler, bana bankaca ödül verilmesinden çekindikleri için şöyle bir tevile başvurdular: Ödül Yönetmeliği’ni değiştirdiler ve bir yerden ödül alanın bu yarışmaya katılamayacağına ilişkin bir hüküm koydular. Seçiçi Kurul toplantısından önce Yeditepe Dergisi, bana sözde bir unvan ödülü verdi. Bu işe karışanlar arasında arkadaşlarım da vardı. Her halde Kenan Evren düzeninden çekinmişlerdi.

Sayın Külebi, Türk şiirinde çok seslilik olgusunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Her sanatçı kendi dilini, dünyasını ve üslubunu (biçem) kullanırken kişiliğini de ortaya koyar. Bütün sanat türlerinde olduğu gibi, elbette geleneklerden, yaşantıdan etkilenmek zorunludur. Ben içinde yaşadığım, geliştiğim ortamı yansıtmaya çalıştım. Ancak, daha önceki şairlerin yaptığı gibi halk şiirini taklit etmedim. Aslında halk şiirini yansıttığım yolundaki değerlendirmenin de yanlış olduğu kanaatindeyim. C. Atuf, bu konuda kendine uygun bir yöntem benimsedi. Ancak daha sonra benden etkilendi. Ayrıca şunu belirteyim; benim şiirimde Garip Akımı’nda olduğu gibi apaçık bir tepki görülmemekle birlikte; yurdumuzu, insanlarımızı başka türlü gösteren şairlere karşı bir tepki bulunduğunu sanıyorum.

Sayın Külebi, ulusal eğitimimizin içinde bulunduğu durumu değerlendirir misiniz?

- Türkiye'de ulusal eğitim işleri tersine işliyor. Bunun başlıca nedenleri Amerika'ya gidip yarım yamalak bir takım şeyleri görüp burada uygulamaya kalkan cahil eğitimcilerdir. Diğer bir nedeni de politikanın eğitim sistemi üzerindeki etkisidir. Politika, eğitim sistemini yok ediyor. Amerikan toplumu gerek ekonomi gerekse yaşam düzeyi bakımından bizden çok farklı bir toplum. Onlar, birinci sınıf adamları başka ülkelerden bulup götürüyor ve yararlanıyor. Tek amaçları, çocuklarını meşgul etmek. Oysa, Avrupa'da ulusal eğitim çok farklı, tek bir model var. O da İlk – Orta - Lise modeli. Belli başlı Avrupa ülkelerinde sınıf geçme, ders geçme gibi hokkabazlıklar yok. Bizim genel, geleneksel eğitimimiz de eskiden bu okullara benziyordu.

Bugün, bakanlıkta gelişigüzel toplantılarda eğitim bilimiyle bağdaştırılamayacak kararlar alınıyor. Hoş bunların pek çoğu da uygulanmıyor. Ama, olan bu ülkenin eğitim sistemine oluyor. Örneğin; kredili sistem yarı yılda öğrenciyi mezun ediyor. Bunun sorumlusu kim?

Ayrıca, eğitim sistemimizin yüksek diplomaya yönelik olması, işbaşı eğitimine önem verilmemesi çok masraflı, savruk sonuçlara neden oluyor. Ders araçları, kılık kıyafet, kitapları, hatta katkı payları tam bir israf örneği. Okul yönetimleri bazı istisnalar dışında okulu yönetmekten çok, kendi odalarının döşenmesi derdindedir.

Türkiye, bugün yanlış bir tutum içinde bocalamaktadır. İşin plânlanması, ekonomik koşullara dayanması ve açıkça söyleyeyim; iyi sonuçlar alınması için hiçbir girişimde bulunulmuyor. Bütün işlerimiz çok personelli, çok pahalı ve uzun zamana dayalı olarak gerçekleştiriliyor. Örneğin bazı hizmetler için uzun süreli eğitime gerek yoktur.

Dünya’nın hiçbir yerinde el sanatları için, birtakım yaşamsal meslekler için uzun süreli öğretim yapılmaz. Örneğin Yüksek Otelcilik ve Yüksek Hemşirelik Okulu olmaz. Öbür yandan eğitimi dinselleştirme girişimlerinin de ne kadar sakıncalı olduğu herkesçe biliniyor.

* Münevver Oğan ve Nuray Altıntaş tarafından yapılan bu söyleşi Cumhuriyet Gazetesinin 7 Kasım 1996 tarihli Kitap ekinden alındı.

Türk Mavisi - TÜRKIS

Veröffentlichung des Kulturministeriums
der Türkischen Republik Nr. 1552

 

HİKÂYE

Senin dudakların pembe
Ellerin beyaz,
Al tut ellerimi bebek
Tut biraz!

Benim doğduğum köylerde
Ceviz ağaçları yoktu,
Ben bu yüzden serinliğe hasretim
Okşa biraz!

Benim doğduğum köylerde
Buğday tarlaları yoktu,
Dağıt saçlarını bebek
Savur biraz!

Benim doğduğum köyleri
Akşamlan eşkıyalar basardı,
Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
Konuş biraz!

Benim doğduğum köylerde
İ
nsanlar gülmesini bilmezdi,
Ben bu yüzden böyle naçar kalmışım
Gül biraz!

Benim doğduğum köylerde
Kuzey rüzgârları eserdi,
Hep bu yüzden dudaklarım çatlaktır
Öp biraz!

Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!
Benim doğduğum köyler de güzeldi
Sen de anlat doğduğun yerleri,
Anlat biraz!

Cahit KÜLEBİ

Bütün Şiirleri

       BİBLİYOGRAFYA

            1. ADAMIN BİRİ (1936 - 1946) - İlk baskısı 1946'da Özel olarak (Abidin Dino'nun resimleriyle); ikinci baskısı (1954), üçüncü baskısı (1963), dördüncü baskısı (1969, Şiirler) Varlık Yayınevi'nce; beşinci baskısı seçmelerde (1973, Türk Mavisi içinde) Bilgi Yayınevi'nce; altıncı baskısı (1977, Sıkıntı ve Umut) Cem Yayınevi'nce yayımlanmıştır, Adam Yayınları'nca basılan Bütün Şiirleri (1982, 1985, 1988, 1990, 1992, 1993, 1994, 1996) yedinci, sekizinci, dokuzuncu, onuncu, on birinci, on ikinci, on üçüncü, on dördüncü baskıları oluşturmaktadır.

            2. RÜZGÂR (1936 - 1949) - İlk baskısı (1949), ikinci baskısı (1954), üçüncü baskısı (1962), dördüncü baskısı (1969, Şiirler) Varlık Yayınevi'nce; beşinci baskısı seçmelerde (1973, Türk Mavisi İçinde) Bilgi Yayınevi'nce; altıncı baskısı (1977, Sıkıntı ve Umut) Cem Yayınevi'nce yayımlanmıştır. Adam Yayınları'nca basılan Bütün Şiirleri (1982, 1985, 1988, 1990, 1992, 1993, 1994, 1996) yedinci, sekizinci, dokuzuncu, onuncu, on birinci, on ikinci, on üçüncü, on dördüncü baskıları oluşturmaktadır.

            3. YEŞEREN OTLAR (1949 - 1954) - İlk baskısı (1954), ikinci baskısı (1959), üçüncü baskısı (1969, Şiirler) Varlık Yayınevi'nce; dördüncü baskısı seçmelerde (1973, Türk Mavisi içinde) Bilgi Yayınevi'nce; beşinci baskısı (1977, Sıkıntı ve Umut) Cem Yayınevi'nce yayımlanmıştır. Adam Yayınları'nca basılan Bütün Şiirleri (1982, 1985, 1988, 1990, 1992, 1993, 1994, 1996) altıncı, yedinci, sekizinci, dokuzuncu, onuncu, on birinci, on ikinci, on üçüncü baskıları oluşturmaktadır. Ozan bu yapıtıyla Türk Dil Kurumu'nun (1955) Yazın Ödülü’nü almıştır.

            4. ATATÜRK KURTULUŞ SAVAŞINDA (1950) - İlk baskısı (1952) Yenilik Yayınevi'nce (Nurullah Berk'in resimleriyle); İkinci baskısı (1954'te, Yeşeren Otlar'a eklenerek), üçüncü baskısı (1969, Şiirler) Varlık Yayınevi'nce; dördüncü baskısı (1973, Türk Mavisi içinde) Bilgi Yayınevi'nce; beşinci baskısı (1977, Sıkıntı ve Umut) Cem Yayınevi'nce; altıncı baskısı (1981) Kültür Bakanlığı'nca (Turan Erol'un resimleriyle) yayımlanmıştır. Adam Yayınları'nca basılan Bütün Şiirleri (1982, 1985, 1988, 1990, 1992, 1993, 1994, 1996) yedinci, sekizinci, dokuzuncu, onuncu, on birinci, on ikinci, on üçüncü, on dördüncü baskıları oluşturmaktadır. Birçok seçki, dergi ve oratoryo kitapçığında da tümü basılan bu yapıt için Ferit Tuzun orkestrayla fon müziği (1951); Nevit Kodallı "Atatürk Oratoryosu"nu (1951) bestelemişlerdir.

            5. SÜT (1954 - 1960) - İlk baskısı (1965) Hisar Yayınevi'nce; ikinci baskısı (1969, Şiirler) Varlık Yayınevi'nce; üçüncü baskısı seçmelerde (1973, Türk Mavisi içinde) Bilgi Yayınevi'nce; dördüncü baskısı (1977, Sıkıntı ve Umut) Cem Yaymevi'nce; yayımlanmıştır. Adam Yayınları'nca basılan Bütün Şiirleri (1982, 1985, 1988, 1990, 1992, 1993, 1994, 1996) beşinci, altıncı, yedinci, sekizinci, dokuzuncu, onuncu, on birinci, on ikinci baskıları oluşturmaktadır.

            6. TÜRK MAVİSİ (1960 - 1973) - İlk baskısı (1973, seçmelerle birlikte) Bilgi Yayınevi'nce yapılmıştır. Adam Yayınları'nca basılan Bütün Şiirleri (1982, 1985, 1988, 1990, 1992, 1993, 1994, 1996) ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı, yedinci, sekizinci, dokuzuncu baskıları oluşturmaktadır.

            7. YANGIN (1960 - 1980) - İlk baskısı (1980) Derinlik Yayınevi'nce yapılmıştır. Adam Yayınları'nca basılan Bütün Şiirleri (1982, 1985, 1988, 1990, 1992, 1993, 1994, 1996) ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı, yedinci, sekizinci, dokuzuncu, baskıları oluşturmaktadır.

            8. GÜZ TÜRKÜLERİ (1980 - 1983) - İlk baskısı (1991) Başak Yayınları'nda yapılmıştır. Bu kez Bütün Şiirleri'ne eklenmiştir.

Cahit Külebi'ye Saygı
Haz. M. Şerif Onaran, Abdülkadir Budak, Ali Cengizkan

1998 - 116 sh.

BİR İŞKENCE USTASI

Geçen gün bir adam gördüm, Bir şeyden korkar gibiydi.
Kim korkuttu seni adam? Dedim. Herif yüzüme bakıp güldü.
Geçen gün bir adam gördüm.

            Zile'de çok küçüktüm. Anlatacaklarımdan çoğu aile içi konuşmalardan, birkaçı ise çarpıcılığı ile bir anlık saptamalardan oluşuyor.

            Sokaklar bomboştu. Hükûmet daireleri, dükkânlar, işyerleri kapanmış herkes evine çekilmişti. Babam gecelik entarisiyle makatta oturuyordu. Camdan bakarken zayıf, kısa boylu, telaşla yürüyen birine seslendi. «Ne o Mehmet hayrola, ne yapıyorsun?» Adam, yürümesini sürdürürken, «Beyim, devlete yaptığımız hizmetlerin bir faydasını görmedik. Bundan sonrasına Allah kerim, inşallah hayırlısı neyse o olur» diye yanıtladı.

            Bu telaşlı çelimsiz herif, Kedici Mehmet Efendi adlı eski bir Jandarma Onbaşısı’ydı. Kurtuluş Savaşı sırasında, şeriat adına Zile İsyanı'nı başlatmıştı.

            İşkence günümüzde en çok sözü edilen konulardan biri. Ne acı rastlantı ki çocukluk anılarıma da işkence ustasını anlatarak başlıyorum. Bu satırları yazdığım günlerde Cumhuriyet'te «İnsan Hakları Dosyası»nı, «Abdülhamid'in İşkenceleri»ni, «Bir Öldürme Öyküsü» gibi yazıları okuyoruz. Öbür yanda, Nokta Dergisi’nde eski bir işkenceci, Filistin askısı, tazyikli su, kasap askısı, kaplumbağa hücresi, tuzlu peynir, cop ve şişe sokma, fosseptik çukuru, ameliyat masası, çarmıh, modern falaka, toplu işkence gibi yeni buluşları da anlattı.

            Bu konularla benim altmış yıllık anım birbirine karışıyor. Kedici Mehmet, hem de alay ederek kendi eliyle işkence yapan «Ulu Hakan Abdülhamid Han»dan bugünkü üstat (Onlardan hiç de geri kalmıyor. Kamyonet içinde adam öldürdükten sonra, şimdilerde elini kolunu sallayarak gezenlerden tek ayrımı cezasız kalmayışı. Her ne kadar dostumuz Amerikalılar işkence araç ve yöntemlerinde Dünya’ya çok şey öğrettilerse de, bizim Kedici'nin yöntemi bugün de ilginçliğini koruyor.

            Kedici Mehmet, Karakol Komutanlığı sırasında şu yöntemi kullanarak ün salmıştı: Sanık ya da sanıklarla aile ilişkisi olan kadınların şalvarına bir kedi koyuyor. Değnekle veryansın ediyor. Kedi can havliyle kadının en duyarlı yerlerini param parça edince, bu durumda Mehmet Efendi'nin istediği yola gel de ifade verme. Cop sokmak, elektrik akımı vermek, ırza geçmek, söylenti ve eylemlerinden hiç de etkisiz bir yöntem değil. Daha efendice.

            İşte bu Kedici Mehmet, Zile İsyanı'na önderlik etti. Sokak savaşları yapıldı. Evimizin çatısına sığınmıştık. Annem başından yaralandı. Daha sonra babamla Zile Müftüsü isyancılara öğütçü (o günlerin diliyle «nasihatçi») olarak gönderildiler. Bir sonuç aldılar mı bilmiyorum.

            O sıralarda babam bir ara Kaymakam’a vekâlet ediyordu. Bir gün babamın odasında telefonla oynarken, gök gürültüsü gibi nal sesleri duyuldu. Hükûmet Konağı’na dikey, iki yanında sıra sıra ağaçlı yoldan dörtnal at süren askerleri gördüm; İstiklâl Mahkemesi geliyor, dediler. Dörtnal gelen askerleri İstiklâl Mahkemesi sanmıştım. Birkaç gün sonra da yolun iki yanındaki ağaçlara suçluları astılar. Sandığıma göre, asılanlar arasında, Aynacı Oğulları adıyla çevrede yapmadık kötülük bırakmayan ve Zile İsyanı'na katılanlar da vardı. Evden bırakmadılar. Dallarda sallanan çetecileri göremedim.

 

İÇ GÖÇÜN BÜYÜK ŞAİRİ : CAHİT KÜLEBİ
http://www.let.leidenuniv.nl/tcimo/tulp/poetry/Marg-on-kulebi.htm

            R. Margulies

            Adam Sanat, No. 118, Eylül 1995

              Köylü yitmiş kırlarda dağlarda,
              Toprak kısır ineklerin memesi gibi.
              Em ba, em ba bir damla süt yok
              Kentlere sığınanlarsa dalga dalga.
                                                         (Acı Dönem II)

            Cahit Külebi hiç kuşkusuz Cumhuriyet döneminin en büyük şairlerinden biri ve değeri en az teslim edilenidir. Kanımca Yahya Kemal, Nazım Hikmet ve Edip Cansever ile aynı nefeste anılması gerekirken, Külebi’nin “anılmayan” bir şair olmasının nedenlerini incelemek günümüz Türk şiirine de genel bir ışık tutar.

İlk gençliğimde tekrar tekrar okuduğum ve çevremde okunan şairler arasında Külebi bulunmamıştır. Bunun bana ve çevremdekilere özgü bir gözden kaçma olmadığını biliyorum. Daha sonraları konuşma fırsatı bulabildiğim bütün şairler Külebi’nin yerini “teslim” etmekle birlikte, bu teslim edişte hep tarif edilmesi zor bir zorakilik, bir küçümseme, bir “ama...” hissetmişimdir. Dahası, mesele objektif bir sıralama değil de, “sevilen” şairleri sayma olduğunda, listesine Külebi’yi dahil eden şairlerin sayısı iyice azdır.

Yaşıtlarından ünlü bir şairin bu yıl dediği gibi, “Bugün etkisi yoktur Külebi’nin”. Bu ‘Külebi körlüğü’nün nedenlerini araştırmayı şimdilik erteleyip, önce şiirine bir göz atalım. Turgut Uyar 1968’de kaleme aldığı bir yazısında şöyle der: “Külebi bir ‘vakıa’dır, bir açıklanmaz olaydır Türk şiirinde. Oysa gündeşi Orhan Veli kuşağı açıklanabilir; birtakım toplumsal koşullara bağlanarak, yetişme, oluşma, yaşama düzenlerine bakarak açıklanabilir... Ya Külebi? Külebi, durup dururken çıkar” (Papirüs, Nisan 1968, s. 23).

Turgut Uyar çok somut bir anlamda yanılmıştır. Külebi tam da toplumsal koşullara bağlanarak açıklanabilir: 1950’lerde başlayarak günümüze dek süren ve bu dönemin özellikle ilk 20 yılında Türkiye’nin sosyo - ekonomik ve siyasi yaşamının en çarpıcı gelişmesi olan, döneme âdeta damgasını vuran toplumsal olgunun, iç göç olgusunun şairidir Cahit Külebi. Şiirinin toplumsal temeli, maddî zemini Türkiye’yi onyıllarca kasıp kavuran köyden kente göç olgusudur ve bu temele oturduğu için, derin toplumsal kökleri olduğu için büyüktür Külebi’nin şiiri.

Yaygın görüş Külebi’nin halk şairi, Anadolu şairi olduğudur. “O halk’tır, halktandır (halk dediğimiz neyse), halkça duygulanır”, der Turgut Uyar, “bütün ezilmişliğini de keyfini de duyurur Anadolu insanının”, der, “Anadolu lirizmini” taşıdığını söyler. Oysa, Anadolu köylüsünün şairi değildir Külebi, büyük kente göç etmiş köylünün şairidir.

Anadolu temalarının işlendiği her şiir dönüp geriye bakarak yazılmıştır. Külebi köye şehirden bakar. “Niksar’da evimizdeyken / Küçük bir serçe kadar hürdüm” dediği şiirin adı “İstanbul”dur. “Hasret” şiirinde “Şimdi tarlalarda güneş vardır, / karlar donmuştur otların uçlarında” dizelerinde doğduğu köye duyduğu özlemi dile getirdikten sonra, son kıtada “Ben bu şiiri yazdım atlı talimde / Bulunduğum şehir İstanbul’du” der. “Adamın Biri” şiirinde sırtında meyve küfesiyle akşama kadar dolaşıp duran adamın uykusunda “Memleketten gelir hemşeriler”. “Rüzgar” şiirinde Külebi’nin koşup da yetişemediği rüzgar “köylere de uğradıysa eğer / Islak, karanlık odalarda beşik sallamıştır / Güneş altında çalışanlara / imdat eylemiştir”, ama “kentlere de uğramış ki yanımdan geçti”.

Anadolu köylülerine her baktığında, köy hayatını her anımsadığında, Külebi bir yandan Turgut Uyar’ın dediği gibi Anadolu halkının ezilmişliğini ve keyfini görürken, bir yandan da hepsini potansiyel birer göçmen olarak görür :

“Kim saçtı bunları dağ başlarına!
  Kim unuttu böyle, kim tutsak bıraktı?
  Kim eledi üzerlerine yoksunluğu?
  Bütün salyangozların antenleri kopmuş
  Yağmur dileniyorlar, biliyorum.

  Elbette kentlere inecekler
  Buraların çocukları da.
  Gecekondular kuracaklar.”

Külebi’nin temel teması, dönüp dolaşıp işlediği, şiirinin can damarı olan tema şehirdeki köylünün, ilk nesil şehirlinin yalnızlığı, özlemleri ve hasreti, fakirliği ve kimsesizliğidir:


ADAM Yayıncılık - 277 sh.

“İşte şu anda naçar kaldım
  Koca bir şehrin ortasında
  Karanlık bir cadde uzayıp gidiyor,
  Kar yağıyor ışıkların üstüne.”

“Tozlu dumanlı sokaklarında Ankara’nın
  Her sabah kendimi yitiriyorum
  Sokaklar tutukluyor beni.
  Bir sonsuz boşluğa iniyorum.” 

“Yorgunsun, uzaklarda gelmişsin,
  Yitirmişsin nen varsa birer birer.
  Bir sağlık, bir sevinç, bir umut
  Onlar da neredeyse gitti, gider.”
 

“Akşam karanlıklarla sarmaş dolaş
  Sen de sarılmışsın yalnızlığına,
  Taksiler kurşun gibi gelir geçer.
  Troleybüsler salına salına.”

ve en güzel şiiri, belki de Cumhuriyet döneminin en güzel şiirlerinden biri,

“Anladım bu şehir başkadır.
  Herkes beni aldattı gitti,
  Anladım bu şehir başkadır
  Herkes beni aldattı gitti.
  Yine kamyonlar kavun taşır,
  Fakat içimde şarkı bitti.”

Köyden kalkıp büyük kente yerleşmenin yarattığı yabancılaşma, kaybolma ve yalnızlık duygularını Külebi kendisi yaşamıştır. Üstelik, iç göç olgusu henüz Türkiye’de bir akın haline gelmemişken, 1930’larda yaşamıştır; örneğin, “İstanbul” şiiri 1936 ile 1946 yılları arasında yazdığı şiirlerin toplandığı ilk kitabının ilk şiiridir. Bu duyguları şiirine yansıtışı öylesine gerçek ve içtendir, süsten, lâf ebeliğinden ve poz vermekten öyle uzaktır ki, şiirler evrensel bir boyuta yükselmiştir.

Çok sayıda yabancı dile çevrilmiş olan Külebi’nin şiirini Güney İtalya’nın köylerinden Torino’ya göçmüş bir işçi ile Cezayir’in vahalarından Paris’e göçmüş bir bulaşıkçının aynı zevk ve hüzünle okuyabileceğinden, şiirlerde kendini bulacağından kuşkum yok. Nitekim, kendi kişisel göçünden sonra, göçün Türkiye nüfusunun önemli bir kesiminin başına geldiği dönem, 1950’li yıllar, Külebi’nin en popüler olduğu yıllar.

Külebi’nin şiirinin büyüklüğünü, başarısız olan şiirleri de bir başka anlamda kanıtlar. Daha ileri yıllarda, örneğin 1960 ile 1980 arasında yazdığı şiirleri kapsayan Yangın kitabında, göçmenlik duyarlılığını büyük ölçüde kaybetmiş gibidir Külebi; şehirli olmuştur artık (Turgut Uyar’ın sözleriyle, “Halk olmaktan çıkmayı denerdi. Şehirli aydın oldu ve yitti bana kalırsa”). Dolayısıyla, kendi yaşam deneyiminden süzülüp evrenselleşen o duyarlılığı yakalamakta artık zorluk çektiği hissedilir.

Çok sayıda şiir ezbere yazılmıştır âdeta. Ancak, bu ezbere şiirlerin yarattığı tezat, başarılı şiirlerinin ne kadar mükemmel olduklarını vurgular. Yangın’da Külebi bir başka duyarlılığı yakalar gibi olur yer yer; artık yaşlanıyor olmanın, geriye dönüp kendi hayatını gözden geçirip tartmanın, yolun artık başından ziyade sonuna yakın olmanın hüznünü yansıtmaya başlar. Kitabın en güzel şiirleri de bunlardır :

“Sana gecelerden, kara içkiler gönderdim.
  Külebi, yakınma ustası, iyilik bilmez ozan!
  Doğanın çirkefi bile aranır, anlayacaksın
  Şu dünyadan göçtüğün zaman.”

Ne var ki azınlıkta kalır bu şiirler.

Kanımca, Külebi’nin Kemalist şiirleri de büyük ölçüde başarısızdır. “Atatürk Kurtuluş Savaşında”, “İkinci Cumhuriyet”, “Köy Öğretmenleri” gibi şiirlerde, Kemalizm’in “halka rağmen halk için”, tepeden inme reformizminin kurgusal köylüsü, hayali halkı vardır. Külebi’nin Niksar’da oyun oynadığı çocuklar veya Ankara’da sırtında küfeyle gezinen adam değil, şehirli Kemalist aydının uzaktan ve yukardan gördüğü, tanımadığı kalabalık vardır bu şiirlerde. Örneğin, “Kim tutup kurtaracak bunları” dizesi Kemalizm’in seçkinciliğinin, tepedenciliğinin çok özlü bir ifadesi kuşkusuz, ama insanın tüylerini diken diken ediyor. Ama keza bu şiirler de, Külebi’nin Kemalist gözlükle değil kendi yaşamının gözlükleriyle yazdığı şiirlerin ne kadar büyük olduklarını vurgular bir kez daha.

Külebi’nin günümüz şairleri arasında niye gözde olmadığını anlatmaya bilmem gerek var mı? Kişisel yaşamın acılarından sıkılıp damıtılan, gerçek bir yaşam deneyinden kaynaklandığı için de süse, özentiye, kelime ve zekâ oyunlarına, biçimsel hokkabazlıklara gerek duymayan ve bunlara yer vermeyen, yansıttığı acılar kaynaklandığı toplumun devasa bir kesiminin yaşadığı acılara denk düşen bir şiiri nasıl sevebilir ki 1980’lerin şairleri?

Divan şiirinin biçimciliğini, içeriksizliğini, suya sabuna dokunmazlığını İkinci Yeni dolayımıyla devralıp sürdüren günümüz şairlerinin Külebi’yi kendilerine yabancı bulmaları şaşılacak şey değildir. Külebi şiirinin “bugün etkisiz olması” ise, Külebi’nin değil, günümüz Türk şiirinin bahtsızlığıdır.

Cahit Külebi’nin şiirlerinden yapılan bütün alıntılar, Bütün Şiirleri adlı yapıtından (Adam Yayınları, İstanbul, Eylül 1988) alınmıştır. Turgut Uyar’ın “Papirüs” yazısı, daha sonra Memet Fuat’ın Seçtikleri - Türk Edebiyatı, 1969’da (De Yayınları, İstanbul, Ocak 1969) yayımlanmış ve yukarıdaki alıntılar oradan alınmıştır.

Doç. Dr. İsmail Çetişli

AKÇAĞ Yayınları - 376 sh.
 

Zile Makaleleri Sayfasına  

Dönmek İçin TIKLAYINIZ

YAZDIR