ANA SAYFA            
(Bu sayfa en son 30 Mart 2007 tarihinde güncellenmiştir.)

.

 

BILDIRCIN AVI
DALGALAR ARASINDA KAYBOLAN
ÇOCUKLUĞUM

 

Makale : Ali Rıza GÜLTEKİN
(Elâzığ Emniyet Müdürlüğü - Emniyet Âmiri)
gultekin_unye@yahoo.com

 

BILDIRCIN
(Quail-Coturnix Coturnix) http://www.avkopegi.com/bildircin.htm
 
     
 

DALGALAR ARASINDA KAYBOLAN
ÇOCUKLUĞUM

 


M. Ufuk MİSTEPE ve Ali Rıza GÜLTEKİN Ünye Söyleşisinde / TMO Gen. Müd. Ankara

            Günlerden hangisi ya da ayın kaçıncı günü olduğunu hatırlamıyorum, fakat hatırladığım Ağustos ya da Eylül ayı olduğudur. Bazıları için Ağustos ve Eylül ayları bir şey ifade etmeyebilir; fakat benim için Bıldırcın avının başladığı, çocukluğumun derin izlerinden kurtulamadığım bir zaman dilimidir.

         Her yıl Ağustos ayının ortasından Ekim ayının başlangıcına kadar olan dönemde sahilde, ağlarla bıldırcın avcılığı yapılır. Bu Ünye için ve özellikle de Ortayılmazlar Mahallesi Türbe Caddesi için babadan oğula geçen bir gelenektir. Çamlıktan, Devlet Hastanesi’nin alt tarafından (Topyanı’ndan) İskender Deresi’ne, Uzunkum’a kadar olan deniz sahilinde yapılırdı.

Sahilde Bıldırcın Ağıyla Marangoz (Arap) İsmail Demirkol Usta

Salih Başaran Fotoğraf Arşivi - 10.09.1994

            Bu avcılık aşağı yukarı 3 - 5 metre yüksekliğinde 30 - 50 metre uzunluğunda ağlarla yapılırdı. Bu ağlar İsa suruğu yardımıyla daha öncesinden düzenli ve sistematik olarak toplanmış olan ağlar, yine aynı sistem çerçevesinde direklere gerilirdi. İsa suruğu fındık ya da özü kızıl diye bilinen pek ekonomik değeri olmayan, ormanda sıkça bulunan bir ağaçtan yapılırdı.

            Hemen hemen her av yerinin bir özel ismi vardı ve herkesin kendine ait bir av yeri vardı. Ortada yazılı bir kural yoktu, fakat herkes bir birinin hakkına riayet ederek, biraz da meslekî, kültürel, ahlâkî değerler çerçevesinde her sene aynı yere ağlarını kurardı. Tabi bazen bu zinciri kırıp kabadayılık yapanlar da olurdu; özellikle de gariban kimselerin av yerlerini işgal ederlerdi. Neyse ki bu sayı çok az olur, diğer avcıların müdahalesiyle de tatlıya bağlanmaya çalışılırdı. O zamanlar biz Küçük Dere ve Yamandı diye bilinen av yerlerine ağlarımızı kurardık.

Bıldırcın Avında Nazmi Atay, Bulut Ersavaş, Hacı H. Suyabatmaz

Hacı Hüseyin Suyabatmaz Fotoğraf Arşivi - 2003/Akçay

            Küçük Dere ismini o zamanlar denize dökülen bir dereden almıştır. Aynikola ve Askerî Gazino arasında kalan yerden akıp denize kavuşuyordu. Şimdilerde bu dere sahile yapılan yol nedeniyle kaybolmustur. Öteki av yerimiz ise Yamandı idi. Aynikola’nın hemen üzerinde Calamarka Suyu’nun bitiminin Samsun tarafındaydı.

Aynikola Adacığı

            O zamandan hatırladığım diğer av yeri isimleri ise; Minik KuŞ, Yılan Deresi, Kör Mahmut, İskender Deresi, Saray, Calamarka, Pas Pas (o zamanlar çok popüler bir av yeri idi, Garipler ile Ada arasında kalan yerdeydi, en çok bıldırcınların yakalandığı av yeri burasıydı, uzun Mehmet ve kardeşleri bu av yerini kurardı), gibi isimlerdi.

            Bıldırcın avcılığına gün doğmadan önce gidilirdi; gece sabaha karşı sıcacık yataklardan kalkılırdı, yarı uykulu, üzerimizi giyip, el fenerlerini kontrol edip, avlarımızı ve tahtalamalarımızı kontrol edip yola çıkardık.

Topyanı Kayalıkları

            O zamanlar kurmalı saatler vardı. Çin yapımı, bir çaldı mı bırakın bizi, sanki bütün mahalleyi kaldıracakmış gibi çaldığını hatırlıyorum. Tabi ki o zamanlar sıcacık yataktan ve derin uykudan kalkmak bizim için dünyanın en müşkül işi. Azıcık daha uyumak için rahmetli babama söylediğimiz, yapmadığımız cilve kalmamıştır, azıcık uyuyalım, tamam hazırlanıyorum; en sonunda ben bu gece gelmesem olur mu? Tabi uyku çok tatlı… Son noktayı babam gür bir ses tonuyla koyuyor… Kalkın lan !!!!!!!!!!!!! Tabi bu sesi duyup da kalkmamak mümkün mü? Eğer kalkmasak başımıza ne geleceğini iyi biliyoruz!!!

            Bizim evimiz Ortayılmazlar Mah. Türbe Cad. Cezmi Sider (Kel Cemal)’in evinin bitişiği. Karılar’ın (eski Karılar Pazarı’nın) 50 metre kadar yukarısındaydı, halen de oradadır. Evden av yerine gitmek için iki yol vardı. Birincisi kestirmeydi, direk Çakırtepe’ye çıkan yoldan ki buralar o zamanlar pek tenha ve sessizdi. Kısa diye bazen bu yolu takip ederdik.

Çakırtepe'den Ünye Manzarası

            Çakırtepe’den o meşhur çimenlikten, fındık bahçelerinin içerisindeki patika yolu takip ederek sahile ulaşmaya çalışırdık, yolumuzu küçücük bir el feneri aydınlatırdı, in cin uykuda sadece biz uyanık idik, bir de Ağustos böceklerinin sessizliğiydi geceyi bölen. Bu manzara o zamanlar çocuk olan beni ve kardeşimi cok ürkütürdü, en ufak bir seste hemen babamıza yapışırdık, babamın hiç korktuğunu hatırlamıyorum, ya da bize hissettirmiyordu. Eğer biri höt dese hemen bırakmaya hazırdık.

            Neyse ki tarlalardan çıktıktan sonra bizim için büyük sevinç kaynağı olan fırına varışımız aynı zamanda korkudan kurtuluşumuz olurdu. Selâmun aleykûm!!! diye içeri girerken çoktan odun ateşinde pişmiş ekmeklerin, pidelerin kokusu bizi sarardı. Çıtır mı çıtır, taze mi taze, sıcak mı sıcak pidelerden yemek çocukluğumdan bugüne  hatırladığım ve her zaman hatırlamaktan zevk aldığım hatıralardan biridir.

            Av yerlerine giden diğer bir yol ise, Türbe Caddesi’ndeki evimizden direk yalıya inmek ya da merkez Ortaokul arkasından sahile ulaşmaktı. Bu yol biraz uzak, ama bizim için daha güvenli idi. Çocuğuz ya her şeyden korkuyoruz. Belki şimdi olsa yine korkarım gibi geliyor.

Türbe Caddesi

            O ıssız tepelerden gecenin zifiri karanlığında, Ağustos böcekleri, baykuş sesleri hariç, bir canlı emaresinin görülmediği yerlerde, bir de 12 Eylül’ün sokağa çıkma yasağının olduğu dönemlerde, hele bir de polislerle karşılaşmak var tabi. Hattâ bir keresinde Çakırtepe’de devriye gezen polisler bizi yakalamışlardı. Babam onlara avcı olduğumuzu ve ava gittiğimizi inandırmakta pek zorluk çekmemişti, zaten iki küçük çocukla terorist olunamazdı da.

            Av yerlerine ulaştıktan sonra ilk iş, kızılotlar arasına saklanan İsa suruğunu bulup çıkarmak olurdu. Sonra fenerlerin yardımıyla ağlar direklere gerilirken gün yavaş yavaşta ışımağa başlamıştır, bir an önce ağları kurmak için acele edilirdi, çünkü av saati yaklaşmaktaydı. Aynı telaşı diğer avcılar da duyardı. Çoğu yalnız ya da bir iki arkadaş gelirdi, bazen ailelerini de getirdikleri olurdu.

            Gün ışımasıyla birlikte güneşin doğum vakti de yaklaşırdı. Güneş Fatsa tarafından deniz üzerinden bütün kızıllığı, güzelliği ve haşmetiyle doğardı. Tabi bu olayı seyretmek bizim için tarifi mümkün olmayan huzur ve mutluluk kaynağıydı.


Sedat Türk Fotoğraf Arşivi

            Güneş’in o kıpkızıl hali ve deniz üzerine bıraktığı yakamoz ve gökyüzünün kızıla boyanması ve bulutları sarması; bir ressamın fırçasından tuvale dökülmüş gibi gelirdi bana. Hayranlıkla seyrettiğim bu manzarayı şimdilerde düşünmek bile bana büyük ama buruk bir mutluluk veriyor.

            Bitmeyen bir filmin ortasında, Cennet bahçelerinde zannederdim kendimi. Bir de dalgaların sesi vardı, bütün yorgunluğuyla kumsalı ve kayaları döven ve beni bu derin uykudan uyandırıp bir başka rüyaya sürükleyen. Dalgaların kıyıları o güzel sesiyle ve köpükleriyle yoğurması, kumsalda izler bırakıp tekrar heybetle gelmesi için çekilmesi ve tabi ki martı seslerinin bu büyülü atmosfere eşlik etmesi çok sesli bir koronun görünümünü bende canlandırırdı.

Eski İskele Yıkıntıları Üzerinde Martılar

            Az kalsın unutuyordum, bu koronun bir başka önemli üyesi daha vardı. Gır gır sesleriyle senfoniye renk katan balıkçı tekneleri, kayıklar. Onlar bu büyülü dünyanın bitmeyen umutlarının aktörleriydiler, rızıkları için sabahın erken saatlerinde Karadeniz’in derin maviliklerine atmışlardı kendilerini…

            Bütün bunları şimdi düşünmenin bile buruk hazzını yaşarken, dalga sesleri arasında kaybolan çocukluğumu arıyorum. Kendimi çok bahtiyar addediyorum, böylesi güzel bir mekânda doğmaktan ve böyle güzel insanlarla bu Cennet mekânı paylaşmaktan.

Dikilitaş'tan Fok Fok ve Feneraltı

Fotoğraf : M. Ufuk Mistepe 04.08.2001

            Bütün bunlar bir film şeridi gibi gözümün önünden geçerken bu büyülü atmosferi ağa çarpan bir bıldırcın bozuyor. Refleks olarak hemen  torbalamayı kaldırıyorum, eğer bıldırcın torbalamanın içerisinde ise yakalanmış demektir. Hemen „Baba, Baba“ diye bağırıyorum, bir büyük heyecan ile torbalamanın ucunu direkteki çiviye geçirip hep birlikte dikkatlice bıldırcının ağdaki yerine doğru dikkatlice gidiyoruz. Garibim halâ ne olduğunu anlamaya çalışırken bir yandan da kaçabilmek için çırpınıp duruyor, pıtır pıtır kalbinin attığını duyuyoruz, biz de kaçırmamak için gayret sarfediyoruz. Tüm bu mücadelenin galibi her zaman olduğu gibi insanoğlu oluyor.

            Bıldırcın dikkatlice ağdan alınıp tahtalamanın içerisine konulup, orada muhafaza edilirdi. Tabi zafer kazanmış bir komutan edasıyla ikinci bir av için torbalama ipinin başına geçilirdi. Bıldırcın avcılarında bir gelenek vardı : Bıldırcın eğer gelirken ya da kaçarken görülürse öteki avcılar tetikte olsun diye haberdar edilirdi ve  şöyle bağırılırdı; "avardi dere, avardi yamandi, avardi calamarka" gibi. Böyle bir ses duyduğumuzda pür dikkat bekler, bir taraftan da bıldırcının geliş istikametini kestirmeye çalışırdık.

            Çoğu zaman deniz üzerinden gelirdi, bazen de sürü halinde, çok eskilerde büyük sürüler halinde gelip ağlara çarpıp , ağları yırttıklarını bir masal edasıyla avcılar anlatırlardı. Ben öyle büyük sürülere tanık olmadım hiç, ama bir seferinde 7 tanenin bizim ağımıza çarptığını hatırlıyorum, ki bunlardan 3 - 4 tanesini biz yakalamıştık. Zamanla diğer kuş ve canlılarda olduğu gibi bıldırcın sayılarında da bayağı azalmalar oldu. Şimdilerde durum nedir bilmiyorum, ama oldukça azaldığını tahmin ediyorum. Bıldırcını geliş istikameti ve ağın neresine çarptığı ve torbalamayı kullananın tecrübesi bıldırcının yakalanmasında çok önemlidir. Bizler genel itibariyle başarılı birer avcı idik, gelen pek kolay kaçamazdı bizden.

Deniz Feneri ve Feneraltı

Fotoğraf : Yahya Kemal Bahçe

         Güneş doğduktan sonra belki 2 saat kadar beklenir, artık av zamanının geçtiğine kanaat getirilip, tekrar özenle çer çöpün  içerisine girmesine izin verilmeden ağlar toplanırdı ki gece geldiğimizde püsür olmuş bir ağla karşılaşmamak için ve av yerlerinden ayrılınırdı. Genellikle kuyumcu Ergün Amca ile eş zamanlı ağlar toplanırdı ve beraberce eve dönülürdü. Bazen onun arabasıyla tabi. O zamanlar arabaya binmek bizim için büyük eğlence, çoğu zaman da yaya olarak yakın olsun diye Çakırtepe istikametinden eve dönülürdü. Fındık bahçeleri arasından geçerken tahtalamadaki bıldırcınları seyretme ayrı bir zevk kaynağıydı bizim için.

         Eğer hafta sonu değilse eve gelir gelmez üzerimizi değiştirir, okul önlüklerimizi giyer, hemen sevgili annemin hazırladığı kahvaltılardan apar topar atıştırıp okula yetişirdik. Eğer öğlenci isek zaten sorun yok, doğru uyumak için yatağa. Biraz uyuyup kendimize geldikten sonra tahtalamadaki bıldırcınları okul harçlığımızı çıkarmak için satmaya çarşıya giderdik. Tahtalamadaki bıldırcınları gören esnaf bizimle pazarlığa tutuşurdu. Biz de babamızın verdiği sınırlar içerisinde bıldırcınları satardık, kimi zaman istediğimiz fiyata kimi zaman da aşağısına, ticaret bu ya. 75 lira, 100 lira, 125 lira tutturabildiğine.

Bıldırcın

Av Eti

       Bıldırcın, sülüngiller familyasının en küçüğüdür. Çayır, tarla, bozkırlarda ve hububat tarlalarında görülür. Sürü halinde bulunmazlar, tek veya birkaçı bir arada gezerler; kendisine iyice yaklaşılmadıkça kolay kolay uçmaz. Havalandığı zaman gürültülü ve alçaktan gider. Bıldırcın avında çok dikkatli ve keskin atıcı olmak gerek. Köpeksiz bıldırcın avı çok zor olur. Her seviyedeki avcının yapabileceği sevilen bir avdır.Bütün mesele bıldırcının nerede aranması gerektiğini bilmektedir. Bıldırcın seyrek otlu ve düzenli olarak kesilen çayırlar ile ekili alanları tercih eder. Ayrıca sulak alanlar ve sazlıkların kenar bölgeleri, kuru yeşil alanlar tür için önemlidir. Kendilerini temel olarak uzun çimenlerle kaplı çayırlarla saklarlar. Beslenmelerinin büyük bir kısmını bitkilerin üzerindeki ve topraktaki omurgasızlar oluşturur sonbahar ve kışın genel olarak tohumla beslenirler.

         Bütün bunlar olup biterdi de benim zihnimde sabah deniz kenarında yaşadığım, dalga, deniz, martı, balıkçı kayıkları, güneşin doğum anı hiç bitmezdi: sahilden denize baka baka yürürken "acaba yarın sabah yine bu manzarayla karşılaşacak mıyım?" diye düşünürdüm.

         Bütün bir ümidimle ben şimdi dalgalar arasında kaybolan çocukluğumu arıyorum, ama bulamadım. Bulan varsa bana söylesin.

 

Ünye Makaleleri Sayfasına  

Dönmek İçin TIKLAYINIZ

 

YAZDIR